Türkiye cumhuriyeti, etnik temeli olmayan Osmanlı imparatorluğunun bakiyesi bir devlet olarak kuruldu. Osmanlı imparatorluğunda Türk ve Müslüman olmayanların yönetimde görev sahibi olmalarının önünde hiçbir engel yoktu. Öyle ki Osmanlının en önemli mali görevlerini Müslüman olmayan saraya yakın isimlerin sürdürdükleri de bir vakıa.
Ne zaman ki Cumhuriyet kuruldu, yeni konseptin temelleri de atıldı, artık 'öteki'ler üzerinden hesap yapılma dönemi başladı. Bu konsept güvenlikçi, ulusçu, baskıcı anlayıştı. Yönetimde etnik köken, din, mezhep ve dünya görüşü esas alındı. Kategorize edildi, bazılarına şüpheyle bakıldı ve düşmanlık esas alındı; o zamandan beridir de sorunlar peşimizi bırakmadı.
Müslüman dindarlara hilafet yanlısı-şeriatçı/gerici, Alevilere Yavuz Selim’den beri 'potansiyel asi' gözüyle bakılmış, Kürtler bölücülüğe meyyal olarak addedilmiş, Rumlar Osmanlı’dan ayrıldıkları için zaten “öteki” şemasının en başında yerini almıştı. Velhasıli kelam, genç cumhuriyetin kurucu aklı “öz Türk” olanlar dışında herkesi düşman olarak hedefe koymuştu, “sanki kendileri öz Türk’müş gibi..?”
Bu yazımızda cumhuriyetle beraber yaşanan ötekileştirme ve inkâr sonucu Dersim Alevilerinin uğradıkları acı gerçeğe, Dersim katliamına, "Dersim Müşkilesi"ne değineceğiz.
Cumhuriyet dönemindeki pek çok katliam gibi Dersim katliamına nasıl gelindiği hala tam olarak bilinmiyor. Arşivler açıldıkça ortaya çıkan belgeler Seyit Rıza'nın başlatmış olduğu hareketin İnönü tarafından nasıl isyan olarak değerlendirildiği ve bu değerlendirme sonucu neden katliam yapıldığı da netleşiyor.
Cumhuriyetten önce ve Kurtuluş Savaşı süresince misak-ı milli sınırları dâhilinde ciddi bir ötekileştirme yaşanmamış ve 1921 anayasasına da yerellik/ademi merkeziyetçiliği esas alan bir anlayış hâkimdi. Cumhuriyetin ilanından sonra özellikle İnönü’nün çevresiyle birlikte her kesi/mi Türkleştirme ihtirası/sevdası Doğu’da yaşayan Kürtleri ve Alevileri oldukça rahatsız etmişti. Daha cumhuriyet kurulur kurulmaz Türkleştirme operasyonu başlayınca yüzyıl sürecek Alevi ve Kürt sorunu da başlamış oldu.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi 1921 anayasasında bölgeler bazında âdemi merkeziyetçi bir anlayış hâkimdi. Bunun daha da genişletilmesi, daha işlevsel kılınması bekleniyordu.
Hatta M. Kemal İzmit basın toplantısında Ahmet Emin Yalman’a, kimi bölgelerde yerelliği esas alarak olası sorunların önüne geçmeyi düşündüğünü: “Kürt meselesini yerel özerklikle çözeceğiz” diyerek ifade etmişti (16–17 Ocak 1923). Ancak, 1924 anayasası ile ülkenin rotasını katı merkeziyetçiliğe kaydırdılar. Doğrusu Atatürk’ün bu düşüncesini neden terk ettiğini tam olarak bilmiyoruz. Belki ötekilere ihtiyacı kalmadığındandır, belki de ulus devlet olmamanın gereğini yerine getiriyordu vs.
Bu süreçte meydana gelen Şeyh Said Palevi hareketi (Şubat–1925) Cumhuriyet hükümetinin Kürtlere ve Doğuya bakışını ve baskısını daha da keskinleştirmişti.
Artık bu tarihten sonra M. Kemal'i ciddi bir şekilde etkileyen DEVLET RAPORLARI devreye girmektedir.
Devlet adına raporlarda farklı iki siyasi akımın damgası görülmektedir. Burada Celal Bayar’ın hazırladığı raporlar soruna silahsız çözümü esas alırken, F. Çakmak, A. Renda, İnönü ve siyasi olarak bu iki isme yakın olanların raporları ise sorunu güç kullanarak (kan akıtarak) bastırmayı esas almaktadır. Artık devleti Alevileri, Kürtleri katliama tabi tutacak RAPORLARı hazırlamaya başladılar. Burada acı olan bütün raporların hedefinin “Türkleştirme” amaçlı olmasıdır. Öyle ki bunu kabul etmeyenlerin “hizmetçi ve köle olma” dışında bir şansları bulunmamaktadır.
Ne demişti Mahmut E. Bozkurt; “Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların bu vatanda tek bir hakkı vardır; hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”
Bütün bunların asıl amacı ve hedefi ulus devlet kurmanın temellerini –gerekirse kan ile- atmaktı. Etnisiteye dayalı devlet kurmanın Türkiye’deki versiyonu böyleydi. Ne demişti İnönü;
“Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları mutlaka Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”
Ya Fevzi Çakmak’a ne demeli? Bakın Çakmak o günlerde nasıl bir öneride bulunuyor;
“Dersim evvela koloni (sömürge) gibi ele alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da aşamalı öz Türk hukukuna tabi tutulmalıdır.”
Baştan itibaren bu anlayış bizim barış içinde, kardeşçe yaşamamızın önünü kesiyor. Şeyh Said ayaklanmasa da, Seyyid Rıza olayı olmasa da, neticede Türkleşmediğiniz müddetçe hayat hakkınız bu denli kısıtlandıktan sonra nasıl huzur içinde beraber yaşayabilirsiniz ki..? Tekçilik ve inkârcılık "devletin imanı" gibiydi. Hatırlayın orgeneral Aytaç Yalman’ın “bizler o dönemde Kürtler yoktur diye eğitilmişiz, Kürtleri Türklerin bir kolu olarak görüyoruz” itirafını. Bu sözler daha birkaç yıl önce söylenmişti. İnönü’nün, 1924’te Meclis başkanı olan Abdulhalik Renda’nın “Kürtleri Türkleştirelim” tezi de ayrı bir örnektir.
Netice itibariyle Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun üzerinden 15 ay geçmişti ki Şeyh Said olayı başladı. 1925–1938 yılları arasında 17 isyan gerçekleşmiş ise yetkililerin kendilerine “nerede yanlış yaptık” sorusunu sormaları gerekiyordu. Bu isyanlar önceden planlanmış olsaydı ülkenin en zayıf olduğu Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş sürecinde olması daha uygun değil miydi? Takdir edilmeli ki bağımsızlık peşinde olanlar, ayrılmak isteyenler muhataplarının en zayıf dönemini seçerler.
İşte sizlere ibreti âlem bir belge, bu belgede ittihatçı aklın halkımız için düşündüğü jakobenizmi rahatlıkla görebiliriz. Bunu 'bu ülkede hangi etnik unsura ne yasak getirildi' diyen Kemalistler ve milliyetçiler iyi okusunlar.
Öyle ki “veteriner alınırken bile Türk ırkından olmak” şartı aranıyordu.
İşte “yurtta ‘dil, ekin, kan birliği’nin temini” maksadıyla konan madde:
“… yabancı ekimlilerin veya Türk ekimli olup da Türkçeden başka dil konuşanların yeniden bir köy, bir mahalle, hatta bir blok meydana getirmelerini… birisinin bu yolda bir şey hazırlamasını yasak etmektir.”Bunu “memlekette ekin ve kan birliği temin etmek…” maksadıyla hükümete “göç ve tabiiyetten düşürmek” için yetkiler verilmiştir.
Bununla kalsa neyse, bakın nelere yasak getirilmiş ve neler mecbur edilmiştir:
“… herhangi başka bir dil konuşanların… çarşı ve pazarlarda, meydanlarda, bütün umumi yerlerde, daha sonra evlerde ve en son her yerde Türkçeden başka dil söylenmesini yasak etmek ve başka adet, oyun, kıyafet, başka türkü-şarkıları velhasıl başkalığa delalet eden her şeyi kaldırmak… bunu hükümetin ihtiyarına/tercihine bırakmak doğru görülmediğinden bu iş hükümete mecburi iş olarak verilmiştir. Hükümet bu birliği gerçekleştirmek için mecbur edilmiştir." İskân Kanunu Muvakkat Encümeni Raporu, 27 Mayıs 1934.
Gelelim Dersim Hadisesine;
Türkiye tarihinin acı ve de o kadar karanlık vadisinde akmakta olan kan Dersim’38 yarasından akan kandır. İşte bu kan bu aralar acı ve elem debisini daha da arttırmış bulunuyor.
Bu güne kadar yapılan tarih çalışmaları-ki bunların sözlü olanı evla idi- yazılan anılar, yapılan araştırmalar, romanlar, şarkıların tümü yaşanan bu acı olayın üzerindeki perdeyi aralamaya yöneliktir.
Önce şunu ifade eldim ki cumhuriyet döneminde 1919–1925 arası Kürt varlığının kabul edildiği, 1925–1950 yıllarının inkâr ve asimilasyonun esas alındığı iki önemli evre vardır.
Şeyh Said hareketinden Seyyid Rıza hareketine gelinceye kadar 16 isyan/başkaldırı olayı gerçekleşmişti. Acı olan her isyan sonrası güvenlikçi anlayışın daha da sertleşerek devam etmesidir.
Aslında Dersim olayının bu kadar acı bir şekilde bastırılmasının önemli bir nedeninin dönemin yetkililerinin uğradıkları hayal kırıklığı olduğu kanaatindeyim. Zira dönemin aktörleri (Renda-İnönü) “Alevilerin daha erken Türkleştirilebileceğini” düşünmüşlerdi. Seyyid Rıza olayıyla birlikte bu hayallerinin gerçekleşmeyeceğini fark etmenin öfkesini Dersim üzerine bomba yağdırarak dindirmişlerdir. Buna İnönü’nün paranoyasını da eklersek zulmün sebeplerini de net bir şekilde öğrenmiş oluruz.
İnönü;
“Erzincan Kürtleşirse Kürdistan kurulabilir” derken Erzincan’ın Alevi nüfus ve nüfuzuna da dikkat çekmiştir. Dersim’in Alevi nüfuzunun Erzincan’ı rahatlıkla etkileyeceğini düşünen imhacılar, Dersim olayıyla birlikte bu paranoyalarına yenik düşüp tarihte çok acı izler bırakan Seyyid Rıza’nın idamını gerçekleştirmişlerdir.
Dersim’de bir isyanın olmadığına sizi inandırmamın güç olduğunu biliyorum, ama Dersim’de bir isyanın olmadığını da ifade etmek zorundayım.
Devam edecek...
Twitter: @ahmetay_
.Aradığın Evi Bul. Emlak8.Net
Dijital Reklam Ajansı Serbay Interactive