- 24.03.2013 00:00
Değişim rüzgârı hepimizi önüne katmış yeni bir dünyaya doğru sürüklüyor. Şimdi Türkiye’de de büyük bir adım atıldı. Türkiye üzerindeki ölü toprağını atıyor. Devlet demokratikleşmeye önce o ölü toprağını bu toplumun üzerine atan suçlularını yargı önüne çıkarmakla başladı ve gerisi çorap söküğü gibi geldi.
Savaş her türlü karanlık işi çevirmek için büyük bir özgürlük sağladı. Eğer bu savaş olmasaydı “derin devlet” denilen garabette bugüne kadar yaşamazdı, Susurluk çeteleri ve Ergenekon kendilerine var olacak bir alan bulamazlardı. Savaşın suça ve suçlulara sağladığı bu özgürlük, bu ülkenin insanlarını fakirliğe mahkûm etti. Maddi ve manevi iliklerimize kadar sömürdü. Devlet bu savaşı sona erdirmek için önce “derin devletin” en azından bir bölümünü tasfiye etmeliydi ve etti. Bu İttihat ve Terakki geleneğiyle Türkiye’nin sınırlı bir hesaplaşmasıydı. Ergenekon davası Türkiye’nin demokratikleşmesi, halk iradesine saygı açısından çok önemli bir süreçti ve Kürt Sorununun çözümü de buna paralel gelişti.
Bu devletin yıllarca aşağıladığı muhafazakârlar iktidara geldi ve devletin yapmaktan büyük zevk aldığı kendi halkını aşağılama geleneğine son verdi. Ve “sivil diktatörlük” peşinde olan Başbakan “barış için gerekirse baldıran zehiri içerim” dedi ve bu newroz ilk defa bahar geldi memlekete. O beğenilmeyen AKP tarihe adını altın harflerle kazıdı.
Elbette ki AKP bunu tek başına yapmadı. Dünya değişiyor ve Türkiye varlığını sürdürebilmek için bu değişime ayak uydurmak, kendisine uygar topluluklar arasında bir yer bulmak zorundaydı. Bu değişim içerisinde Amerika’da “alttakileri” simgeleyen bir başkan çıktı. Bir zamanlar zencilerin öldürüldüğü bir ülkenin ilk siyahi başkanı Obama sadece kendi ülkesine değil, küreselleşen dünyaya umut veriyordu. İlginçtir ki, Türkiye’de bir zamanlar aşağılanan muhafazakârlardan bir Başbakan çıkardı. Her iki ülke liderinin ortak özelliği “alttakileri” simgelemesi görünüyor ancak Obama ilk başkanlık konuşmasında şöyle demişti; “Bizim gücümüz, silahların gücünden ya da büyüklüğümüzden kaynaklanmaz, biz gücümüzü demokrasiden ve kaybetmediğimiz ümidimizden alırız.” İnsanın içini titreten bir konuşmaydı. İnsanın içini titreten bir diğer konuşma ise Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dan geldi; “Savaş kolaydır, barış zordur. Biz zora talibiz. Barış için gerekirse baldıran zehiri içmeye razıyım.”
Aradaki bu benzerlik durup dururken ortaya çıkmıyor elbette, bunun kaynağı iletişim endüstrisinin gelişiminde yatıyor. Cep telefonları ve internetin sınırları hızla eritmesine paralel ilerliyor her şey. Küreselleşmenin alabildiğine ilerlediği, yerelliğin tarihe karıştığı bu dönemde ise yerellikte ısrar edenleri bu küreselleşme yok ediyor. Ortadoğu’da yaşananların kaynağı, Türkiye’de yaşananların kaynağı işte buraya dayanıyor. Küreselleşme üretimi ve tüketimi paralel götürmediğinden savaş kaçınılmaz bir sonuç oluyor. “Ulus” kavramını yerle yeksan eden bu küreselleşme sürecine direnen yerellik faşizm olarak karşımıza çıkıyor. Suriye örneğinde olduğu gibi eski usul silah alışkanlığından vazgeçmiyor.
Türkiye’ye nihayet bu newroz gerçekten bahar geldi. Bu bahar barışı getirdi ama nasıl? Batı dünyası Türkiye üzerinden Suriye’ye girmeye kararlı. Ancak bunun için önce Türkiye’nin bir iç savaş tehlikesinin olmaması gerekiyordu. Fakat Türkiye Kürtlerle barışmadığından büyük bir iç savaş tehlikesi vardı. Dolayısıyla önce bu sorunun çözülmesi gerekliydi. Aksi halde doğacak sonuç “yağmurdan kaçarken doluya tutulmak” olurdu ki bunu hiç kimse göze almaya cesaret edemezdi. Obama’nın İsrail ziyareti, ardından gelen özür ve özrün kabul görmesi gelen Suriye savaşının ayak sesleridir. Diplomatik bir yöntemle sonuç alınmasının artık imkânsız olduğu Suriye’ye müdahalenin eli kulağında görünüyor. Kimyasal silah kullanımı üzerine konuşmaların artması da yine bize savaşı gösteriyor. Suriye’de kendi halkını her gün öldüren Esed artık gidiyor. Suriye savaşı beraberinde İran savaşını da getirecek görünüyor. Ancak yukarıda da ifade ettiğim üzere “kahrolsun emperyalizm, katil ABD” diye bağırılsın diye değil bunlar. Bu ezberlenmiş sloganları atmak kimseyi savaş savar yapmaz. Unutulmasın ki, Ortadoğu’da değişim talebi toplumdan geliyor ve konjonktürel anlamda karşılık buluyor. Yeterli değilse size işte size Engels’ten bir soru; “neden aynı adada sadece iki kişiyken Robinson Crusoe, Cuma’nın efendisi olabiliyordu?”
Bu soruya vereceğiniz cevap yok olan “efendinin” kendisidir. Türkiye’ye barış böylece geldi ve böylece her yere gidecek.
Yorum Yap