- 27.02.2013 00:00
Yıllarca bu topluma ordusunun güçlü olduğu anlatıldı. Varlığımızı ona borçluyduk. Huzur, güvenlik demekti. Güvenlik ise eli silah tutanların işiydi. Yollarda bugün de görüyorsunuzdur; tepelere yazmışlar: “Güçlü ordu, güçlü Türkiye.”
“En güvenilir kurumun” karar vericileri, meşru hükümeti devirme planlarından yargılanıyorlar. Muhalifler, paşaları için Silivri seferleri düzenliyorlar. Yas içindeler. Bize akıl öğretiyorlar:“Generallerimiz içeride, ordumuz zayıf düştü, başımıza taş yağacak.”
Bu sesin sahipleri, kuşkusuz sözlerinin toplumda bir yankısının olduğuna inanıyorlar. Tarih boyunca sorunları şiddet penceresinden görmüş, iç ve dış düşmanlarla kuşatıldığına inandırılmış, askeri kurtarıcı bellemiş bir ülkeyiz. Toprak böyle sürülmüş buralarda.
Parlamento; yüksek maaş ve kişisel ayrıcalık peşinde koşan yozlaşmış dokunulmazların, kravatlı iş takipçilerinin toplandığı, sorun çözen değil üreten bir “fazlalık”! Siyasetçi; seçim mevsimlerinde kapımıza gelen, güvenilmez sözlerle oyumuzu avlayan, muasır medeniyeti taklit uğruna katlandığımız bir “yabancı”! Seçimler; umduğumuzu bulamadığımız aldatıcı bir “oyun”. İyi ki ordumuz var!
Tabii bu vulgar ideoloji her zaman istediği ölçüde başarılı olamadı. Fakat, müşterisi de eksik olmadı. Kriz süreçlerinde bulaşıcı hastalık gibi yayıldı. Darbelerde zirve yaptı.
Şimdi adım adım Kürt barışına yürüyoruz. Öte yandan “kahraman generaller içeride, ordu zaafta” sızlanmaları işitiyoruz. Bu propaganda inandırıcılığını ne kadar yitirirse yitirsin masaya sürülüyor. Başbakan bile bu temaya kayıtsız kalmadı. Tutuklulukları eleştirmek için başka gerekçe yokmuş gibi “göreve gönderecek subay bulamadığını” söyleyebildi.
Sivil siyasetin gücü Türkiye’nin şansı
Oysa barış süreci bize hiçbir şey anlatmıyorsa, bu ideolojinin kofluğunu anlatıyor. Bu ülke göstere göstere, generallerin yarattığı sorunu sivil siyaset yoluyla çözmeye doğru ilerliyor. Toplum bunu görüyor. Büyük çoğunluk vesayetin kırılmasıyla barış süreci arasındaki bağı fark ediyor. Özellikle Kürt savaşıyla birlikte kural tanımaz bir çeteye dönüşen devletin temizlenmesi çabalarıyla, barış imkânı arasındaki ilişkiyi seziyor.
Bölge konjonktürü, Arap Baharı falan tamam da; biz, şike karakol baskınlarının kol gezdiği, suikastların yapana kâr kaldığı, kasabalarından linç çığlıklarının yükseldiği, paşaların “bu iş bizden sorulur” diye hükümetlere posta attığı bir Türkiye’de barışın adını ağzımıza alabilir miydik? Bir adım daha: Barzani’yi“aşiret reisi” ilan eden kırmızıçizgilerle, Ortadoğu’nun hak hukuk tanımaz ikinci bir İsrail’i olmaktan ileri gidebileceğimiz yer var mıydı? Bir Sinop’la yüreği ağzına gelenler, İmralı’yla açık açık ilan edilen görüşmeler sürerken onlarca Sinop’un olmamasının ardındaki yeni güçler dengesini görmüyorlar mı zannediyoruz? Bu ülkede lümpen milliyetçilik ne kadar popüler olursa olsun, arkasında devlet parmağı olmadan bir sokak gücü yaratamayacağını öğrenecek kadar tecrübe biriktirmedik mi?
Bugün barışa doğru yürüyorsak, bunu siyasetin vesayet karşısındaki egemenliğine borçluyuz. Umudumuz varsa, darbecilerin artık orduyu yönetemiyor olmasındandır. Siyasetin silahı denetlemeyi başarmasındandır. Darbecilerin yargılanmasından rahatsız olanların söyleyemediği şey şu: Onlar, ordunun “zayıf düşmesinden!” değil, siyasetin kontrolüne girmesinden şikâyetçiler. Yakındıkları şey demokrasi. Daha ilk basamakta takıldılar. Çoğunluğun iradesine tahammül edemiyorlar.“Özgürlük savunuculuğu” masallarına kim inanır.
Kim nerede duruyor
Evet, bizim “sosyal demokrat” partimize Türkiye’nin en büyük sorunu çözülürken bu rol düştü! Milliyetçi partimiz, lümpenleri evlerinde oturmaya çağırırken “sol” partimiz generalleri kurtarmaya takılı kalmış gözüküyor. Bizler de, büyük tarihsel haksızlığa çözüm aranırken, liderinin yarım ağızla“kredi açmasını” sevinçle karşıladığımız bu “generallerin partisi”nden bir “sol” çıkar mı diye konuşuyoruz. Şaka gibi.
Türkiye, Mithat Sancar’ın dediği gibi Cumhuriyet’in yeniden kuruluşuna hazırlanıyor. Tarihinin en büyük demokrasi hamlesine yürüyor.
Bunu darbecilerle değil, darbecileri kahraman ilan eden “sol”la da değil, milliyetçiliği meslek edinmiş hamaset erbabıyla hiç değil; kendisini muhafazakâr demokrat kabul eden sivil siyasetçiler ve vesayetçilerin “asayiş vakası” olarak gördüğü Kürt örgütü eliyle yapıyor.
Bundan daha büyük bir ders olur mu?
Hayat daha fazla ne yapsın?
ozaltinli@gmail.com
Yorum Yap