- 28.06.2012 00:00
Dün bir yığın genelleme yaptım. Oysa tarih ve tarihçiler hep somutluk arar. Dolayısıyla birkaç örnek de vermeden geçemeyeceğim.
Ömer Seyfeddin’in yabancı kadınlarından başlayalım. Primo Türk Çocuğu’nun (1911) ilk sayfalarında, gece geç vakit barlardan dönen artistleri, yazar “medenî ve necip garbın vahşî Türkiye’ye bir hediyesi olan kibar ve mümtaz orospular” diye niteler.
Koleksiyon’da (1914), Durant adında bir Levanten ailesiyle karşılaşırız. Tokatlıyan civarında otururlar, çok zengindirler. Kızları çok genç ve olağanüstü güzeldir; Beyoğlu’nda Altın Peri diye anılır. Genç bir Türk erkeği olan kahramanımız evlerine dâvet edilir. Çeşitli konularda seçkin ve entelektüel bir sohbetten sonra, bizzat baba, Mösyö (Louis) Durant, kızı Juliet’ten, delikanlımıza “koleksiyonunu göstermesini” ister. Yatakodasına geçer ve bir saatten fazla kızın “koleksiyonuna bakar”lar. Çıkarken kız “seyir ücreti” olarak 300 frank ister ve alır. Kahramanımız ikinci gelişinde “madamın koleksiyonunu” da görür, “fakat kızınınki kadar lâtif ve kıymetli” bulmaz. Böylece, erkeğin kendi karısı ve kızını satarak servet yaptığı küçük bir “aile genelevi” tasvir ve onların şahsında bütün “tatlısu Frenkleri” ya orospu ya pezevenk diye stereotiplenmiş olur.
Beşeriyet ve Köpek’te (1910), bir deniz yolculuğuna çıkan (Türk erkeği) kahramanımız, tek başına seyahat eden genç ve güzel (ve tabii yabancı) bir kadına göz diker, asılmaya başlar. Kadının yanından ayırmadığı çirkin buldog köpeği, özel bir sorgulamaya konu olur. Satır aralarında, kadınla köpek arasında sapık bir bestiality ilişkisi imâ edilir.
Ömer Seyfeddin’in, 1910’larda en önemli düşmanımız saydığı Bulgarların kadınlarıyla özel bir takıntısı var gibidir. Müslüman Türk kadınlarına asla yakıştırmadığı bir tenselliği onlara izafe eder. Bomba’da (1911) Türkler ilk bakışta yok gibidir; hikâye, ’93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus savaşı) sonrasında, Ayastefanos antlaşmasıyla “Büyük” Bulgaristan’a verilen, ancak Berlin antlaşmasıyla gene Osmanlılarda kalan batı Makedonya’da, kralcı IMRO’cular ile onların kanlı dâvâsını benimsemeyen barışçı, sosyalist Boris ve ailesi arasında geçer. Ancak yazar, satır aralarında, bu namussuz Bulgar milliyetçileri gene Bulgar muhaliflerine bunları reva görüyorlarsa biz Türklere neler yapmaz der gibidir. Bu genel çerçeve içinde, Boris’in karısı Magda özel bir yer tutar. Geniş omuzları, kabarık memeleri, kalın bacakları, küçük ve nazik ayaklarıyla “nefis” kadınlığı, hayli uzun ve erotik bir tarzda betimlenir. Ardından, Ömer Seyfeddin’in Magda’yı voyeurist bir tavırla Raçof, Pançe ve Sandre’nin sado-mazoşist sarkıntılıklarına maruz bıraktığı sahneler gelir.
Nakarat’ta (1918) aynı şehvetli Bulgar kadın tipi Rada adıyla karşımıza çıkar. IMRO ve diğer milliyetçi örgütlere karşı “eşkıya takibi”ndeki, yeni kıtaya çıkmış genç teğmen, konakladıkları Babina köyünde, karşı evin balkonuna çıkıp hep aynı şarkıyı söyleyen “güzel, iri, şen” Bulgar kızına âşık olur. “Bir granit heykel”i andıran kalçalarından, “kalın bacakları”ndan, “mavi ateş gözleri”nden, dar cepkeninin “taşıracakmış gibi” sıktığı “iri fırlak memeleri”nden başka şey düşünemez hale gelir. Orduyu bırakmak, vatanı, aileyi ebediyen terk etmek pahasına kızla birlikte Amerika’ya kaçmayı dahi hayal eder. Oysa bilinçsizliği, idealsizliği içinde kendini millî düşmanımıza (şeytana ?!) kaptırmıştır da farkında değildir. Hikâyenin sonunda, Rada’nın aslında komitacı bir papazın, ulusal dâvâsına aynen sadık kızı olduğu; “ahmak, şehvetten başka bir şey düşünmez... budala genç zabitin” aşk şarkısı sandığı nakaratın ise “İstanbul bizim olacak” anlamına geldiği ortaya çıkar. Teğmenimizin payına, sadece düşmanını tanımak değil, aynı zamanda o düşmandan öğrenmek, yani onlar gibi sert milliyetçi olmak da düşer.
Bu, yabancı kadınlara kapılıp öz benliği ve milletine ihanet etme/me fikri, ilk değindiğim Primo’da da çok önemli yer tutar. Alafranga ve Avrupa eğitimli genç mühendis Kenan, tam bir kozmopolit olmuş çıkmıştır. Boris’ten de daha acımasız biçimde hümanist enternasyonalizmi tam bir aptallık olarak nitelenir. “İzmir’de bir baloda... eski Roma tarzında fantezi esvaplar” içinde görüp hemen âşık olduğu ve sonra da evlendiği İtalyan karısı Grazia, onun milletine ihanetinin somut simgesi ve nirengi taşıdır. İtalya’nın Trablus’u işgali üzerine uykusundan uyanmaya başlayan Kenan, Grazia’ya yeni bir gözle bakar : “Seviyorum zannettiği bu siyah gözlü lâtif kadın, hakikatte, aslıyla, esaslarıyla, kavmiyetiyle kendisine ne kadar yabancı, ne kadar uzaktı. Ve hattâ bir düşmandı...” Buna karşılık Kenan, bir vakitler unuttuğu ailesini hatırlar. “Başı yeşil örtülü annesiyle daima yere bakan, omuzunda hâle gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresi” birer melek gibi resmedilir. Grazia’nın antitezi olan bu “muazzez vücutlar” Kenan’a kendine dönme yolunu gösterir.
Fakat herhalde bu açıdan en çarpıcı tasvir,
Çanakkale’den Sonra’da (1917) yer alır. Onyıllarını çok derin bir karamsarlıkla geçiren orta yaşlı kahramanımız, zaferin coşkusuyla hayata dönmüş, köşkünü şenletmiş ve üstelik evlenmiştir; hikâyenin sonunda, yeni doğum yapmış “saf ve güzel kadın, pembe, ipek perdeli beyaz yatağının içinde, akşam zamanı batan güneşin veda eden rengiyle sararmış bir melâike gibi” tasvir edilir. Kocasını görünce gülümser; her masum ve itaatkâr kadın gibi, “yavaş... ancak işitilir” bir sesle konuşur. İyi milliyetçiler olarak, kızlarının adını Mefkûre koyarlar.
Yorum Yap