Halil BERKTAY
Halil BERKTAY Gazete: Serbestiyet.com

Seyir defteri (1)

  • 17.04.2013 00:00

 Halim ağabeyin ölüm haberi beni Floransa’da yakaladı. Böyle anlarda ilkin kaydetmem; uyuşmuş gibi olurum. GerçekliğiDuomo’nun zar zor çıktığım kubbesinden etraftaki tepelere bakarken vurdu. Yumuşaklığını, inceliğini, efendiliğini düşündüm. Geçen yılları düşündüm. Etrafıma bakındım. Şu gördüklerimi görebilseydi ne kadar mutlu olurdu; Rönesans ne kadar Halim Spatar’a göreydi ve Halim Spatar da ne kadar (hiç Maoculuğa değil) tam Rönesansa göreydi diye geçirdim aklımdan. Ona Pazzi Şapeli ile Brancacci’deki Masaccio fresklerini göstermenin ve birpalazzo avlusunda Vivaldi dinletmenin hayalini kurdum.


 

Çağdan çağa, kıtadan kıtaya

Geçen yıl da tam bu vakitlerde olduğu gibi (bkzFloransa’dan Kürdistan’a, 11 Nisan 2012) ve iki ayağımı kimbilir kaçıncı defa bir pabuca sokmak pahasına, bir öğrenim projesi için tekrar gitmiştim Floransa’ya. Pazar akşam döndüm; gazetelere hızla göz gezdirip barış sürecinde ne olup bittiğini anlamaya çalıştım; sonra yeniden ve daha büyük bir bavul hazırladım; Pazartesi sabah o vaziyette üniversiteye gittim; akşam üç saat ders yaptım ve 20:30’da fırlayıp taksiyle İstanbul’un Tuzla’ya göre öbür ucuna, Yeşilköy’e vardım; gece 00:45’te bu sefer dünyanın öbür ucuna, Seoul’a uçtum.

Evet, işe bakın ki, siz 17 Nisan Çarşamba günü bu satırları okurken, ben haftalardır artan bir gerilimin yaşandığı Güney Kore’deyim. Ama bu gazetecilik fırsatı, “işte olayın göbeğindeyim” türü hiçbir özel heyecan vermiyor bana. Tedirgin de değilim; biliyorum, savaş filân çıkmayacak. Tek müttefiki Çin’den bile azar işiten Pyongyang’ın, her halde iç politika kökenli blöfleri, bir şekilde sona erecek. Bense buraya görünüşte hiç alâkasız bir nedenle geldim.Bellek Politikaları ve Hatırlayış Pratikleri konulu bir sempozyumda,“Ulusal”ın “toplumsal”ı bastırıp yeraltına sürmesi: Türkiye’nin Ermeni soykırımını hatırlama ve hatırlamama biçimleri başlıklı bir tebliğ vereceğim.

Ama daha yedi sekiz yaşlarımdayken — dile kolay, 60 yıla yakın süredir — tanıdığım Halim ağabeyin ölümüyle birlikte, şimdi kafam, kendimi bildim bileli içinde yer aldığım Marksist, sosyalist solun da hatırlayış ve hatırlamayışlarına kayıyor.

1922’de Kocatepe’de şayak kalpaklı nöbetçi “şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuğu” düşler. Bense 2013’te, yalnız zamanın yaptığı, zaman ile birlikte çıkılan bir yolculukta, çağımızın büyük yanılsamasının büyük kederini yaşıyorum.

 

Soğuk Savaşın barış anlayışı

Halim ağabey 23 yaşındayken 1951’de Doğu Berlin’de Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivalleri’nin üçüncüsüne katıldığında, Soğuk Savaş başlayalı (1947’den itibaren sayarsak) dört yıl oluyordu ve Kore Savaşı da ikinci yılına girmişti. Uluslararası komünist hareket için bu, tek sorumlusunun ABD emperyalizmi olduğu bir saldırganlık örneğiydi. Barış hareketi de yeryüzünün her köşesinde bu neo-kolonyalizme karşı çıkmalı; Amerika’yı tecrit etmeye ve elini kolunu bağlamaya çalışmalı; özellikle de nükleer silâh üstünlüğünü nötralize etmeliydi. Berlin festivali bu yüzden “Barış ve dostluk için — nükleer silâhlara karşı” sloganıyla yapılmaktaydı.

Hayır, bugün daha iyi görüyoruz ki mesele bu kadar basit değildi. Altmış yıl sonra ne Stalin’e ilişkin illüzyonlarımız kaldı, ne de Kim İl-sung’a. Bizatihî Soğuk Savaşın başlamasında, 1947 Eylül Szklarska Poreba toplantısında Stalin’in empoze ettiği hızlandırılmış darbecilik politikalarının payı büyüktü. Bundan sonradır ki ABD ve Sovyetler “ara bölgeler” için birbirine girdi ve nasıl Almanya doğu-batı diye ikiye bölündüyse, Kore de 1945’te kuzey-güney diye iki ayrı işgal bölgesine dönüştü. Bu bağlamda, birleşik serbest seçimleri de (Doğu Avrupa’daki gibi) Sovyetler ve Kuzey engelledi. 25 Haziran 1950’de “bütün ülkeyi ele geçirip devrimi tamamlayabiliriz” hesabıyla Güneye saldıran da, Sovyetlerin eğittiği, ama Kim’in hırsıyla Stalin’den de habersiz davranıp Moskova’yı bir emrivakiyle yüz yüze bırakan Kuzey Kore ordusu oldu.

 

Peki ya Kuzey Kore kazansaydı

Sonrası, ilk çocukluk anılarım arasındadır. İzmir’de, heykele, Cumhuriyet Meydanı’na, eski liman girişine ve Pasaport vapur iskelesine bakan iki katlı bir Akdeniz Apartımanı vardı. Orada doğup büyüdüm. Konumu benzersizdi. Bütün törenler hemen önümüzde yapılır; Kore’den gelen askerî nakliye ve hastane gemileri de gene önümüzdeki rıhtıma yanaşırdı. Babaannem ağlardı, tabutlar ve ağır yaralı sedyeleri vinçle indirilir, kolu bacağı, kafası gözü sarılı diğerleri ise koltuk değnekleriyle kıyıya çıkarken. Babam olsa buna kızıp söylenirdi de, yoktu tabii; Amerikan nüfuz alanına girmenin iç politika bedeli olan 1951-52 TKP tevkifatında tutuklu, İstanbul’daydı.

Böyle böyle, ben de bu kutuplaşmada bir yere oturdum elbet. “Emperyalizmin duvarı” üzerindeki her olaya “onlar” ve “bizimkiler” diye bakmayı öğrendim. ABD ve Güney Kore birliklerini Pusan hattına hapsetmişken İnçon Körfezi çıkartmasıyla arkadan kuşatılıp zaferden olmamıza hayıflanmak da bu perspektifin bir parçasıydı.

Fakat hiç düşündünüz mü — ya Kuzey Kore kazansaydı?
 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar