- 9.08.2014 00:00
[8 Ağustos 2014] Yandaki resme iyi bakın. Bir arkadaşımdan “cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, trafolara girecek mücahit kedilerden 5. dönem eğitimi tamamlayanlar kep giydi” başlığıyla geldi. Kedicikler o kadar sevimli ki, dayanamayıp yayınlarken sizleri de gülümsetirler diye umuyorum. Belki hatırlarsınız, yerel seçimler öncesinde AKP’nin kendi anketinde yüzde 29.72 ile kaybediyor gözüktüğü, ama bunu gizli tuttukları masalı yayılmıştı. Sonra da elîm sonuç elektrik kesilmesine bağlanmış ve “trafoya giren kedi” üzerine sonsuz espriler türetilmişti. Bu sefer önceden başladılar mazeret ve bahane üretmeye. Öyle ya; AKP normal olarak kaybeder ama, kurtulursa gene kediler ve elektrik kesintileri sayesinde kurtulacak!
Yazmayacaktım ama, bari sırf bu yüzden ve iki gün kala ben de yazmış olayım (daha doğrusu, yazmamış olmayayım), bu ölgün, ne olacağı çoktan belli cumhurbaşkanlığı kampanyası hakkında. Yerel seçimler heyecanlıydı hiç olmazsa. Gezi gösterilerinin ve ardından 17 Aralık “yolsuzluk operasyonu”nun gölgesindeydi. AKP sarsılmışa benziyordu; acaba ciddî bir darbe alabilir miydi? Şimdi ise böyle bir belirsizlik ve gerilimin zerresi yok. Ve projektörler bir kere daha iktidar üzerinde değil, olağanüstü başarısızlığı, pörsümüşlüğü, neredeyse baştan pes etmişliğiyle temayüz eden muhalefetin, özellikle de CHP’nin eski deyimle keenlem yekûn (ha var ha yok, olsa da bir olmasa da bir, yoklukla malûl) hali üzerinde.
Bence bunun temelinde, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı var. Daha ilk açıklandığındaSerbestiyet’te de dikkat çekildiği gibi (şimdi aklıma ilk Vahap Coşkun geldi; bkz Elveda Kemalizm, 18 Haziran 2014), CHP açısından kendi geleneksel kimliği içinden değil İslâmî alanın içinden bir aday göstermek, “öte taraf”ın kimliği ve geleneğinin artık tarihsel olarak ağır bastığının, dolayısıyla bir muhafazakâr adaya karşı ancak başka bir muhafazakâr adayın şansı olabileceğinin kabulüydü. Özetle, bir çağ dönümünde ideolojik bir tükenmişliğin, zaman aşımına uğramışlığın (mahkeme diliyle) “samimî ikrar ve itirafı” demekti.
Bu, bizatihî CHP açısından anlamlı bir dönemeç ve taze başlangıç noktası olabilirdi — eğer anlık, taktiksel bir oportünizm olarak değil de üzerinde düşünülerek ve sindirilerek gelinseydi. Tersine, ya Kılıçdaroğlu’nun her zamanki darlığı ve “küçük”lüğü (pettinessdemek istiyorum ama iyi bir karşılığı yok), yol yordam ve liderlik bilmezliği yüzünden, ya da belki çaresizliği, zira örgütünün parçalanmışlığı koşullarında bu konuda bir tartışma açacak olsa elinde patlayacağını bilmesi yüzünden, tamamen tepeden inme bir sürpriz oldu ve en azından başta kıyamet de koptu bu yüzden. CHP’nin diyelim ki yarısı (geçmişte Alper Görmüş’ün taşlaşmışlığına ve ideolojik deli gömleği giymiş bağlayıcılığına sürekli dikkat çektiği kesimi) İhsanoğlu’nu ve bu virajı hiç benimsemedi; dahası, bir çatı adayı olarak İhsanoğlu’nun, CHP’den çok MHP’nin zihniyeti ve özlemlerine denk düştüğü algısı da oluştu (ki pek haksız sayılamaz). Bakmayın, bu ilk protestoların sonradan yatışmasına; İhsanoğlu’nun “beyefendi”liği vurgusu (örn. Binnaz Toprak) etrafında örgütün hizaya girmiş görünmesine; “herkes gider tıpış tıpış oyunu verir” lâflarına. Mesele sonuçta ciddî bir bölünme olmaması değil; seçimin hakkını verecek bir kampanya, bir seferberlik için en ufak, ama en ufak bir coşku ve sinerjinin yaratılamaması.
Ki bu, başka bir açıdan da Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığında mündemiçti aslında. Çünkü ironiktir; kişiliği, duruşu, kabiliyet ve kapasitesi bakımından İhsanoğlu, aslında sadece Meclis’te yapılacak bir cumhurbaşkanlığı seçiminin “saygın, muteber, birleştirici, karşı taraftan da oy alabilecek” adayı olabilirdi — yoksa halk oyuyla seçilecek bir cumhurbaşkanlığı kampanyasında popüler bir aday olmaya ve böyle bir kampanyanın başını çekmeye, merkezinde yer almaya asla yatkın değildi. Esasen Meclis’in seçeceği bir cumhurbaşkanı, meşrutî monarşilerdeki sembolik kral veya kraliçe makamının (bkz II. Elizabeth ve ayrıca Hollanda, İsveç, Norveç, Danimarka) bir anlamda devamı niteliğindeki kerli ferli bir denge unsuru gibi düşünülüyordu ve özellikle Türkiye’nin yarı-askerî vesayet rejiminin özel tarihçesi çerçevesinde bu niteliği çok belirgindi. Fahri Korutürk veya Ahmet Necdet Sezer’i hatırlatan özellikleriyle İhsanoğlu da pekâlâ böyle bir cumhurbaşkanı adayı olabilirdi; oysa bu sistem artık geride kalmıştı ve geride kaldığı (ya da ikisi arasındaki fark) sanki CHP ve özellikle (kendisi de bir “halk adamı” değil bir bürokrat olan) Kılıçdaroğlu tarafından hiç anlaşılmamış gibiydi.
Benim çok az tanıdığım, bundan 15-20yıl önceki haliyle bile İhsanoğlu, kamusal bir seçim kampanyasının gerektirdiği siyasî tecrübeye, reflekslere, hazırcevaplığa, her an uyanık olma ve kitlelerle ilişki kurabilme hasletlerine sahip değildi; maalesef hayli yaşlanmış ve yavaşlamış olduğunun adım adım ortaya çıktığı bugün, eski ölçülerinin de artık çok altındaymış meğer; dolayısıyla seçim kampanyası her bakımdan tam bir fiyaskoya dönüştü. Hayır, öyle kendine yakışan (ama Türkiye’nin alışık olmadığı türde) sâkin ve ölçülü bir kampanya yürütebilmiş değil; işin doğrusu, İhsanoğlu ve CHP-MHP (ve Cemaat) ittifakı hemen hiçbir kampanya yürütemediği. (Örneğin ne oldu, bir ara sözü edilen, ama “halkımızı yormamak için” Ramazan sonrasına bırakıldığı iddia edilen 32 mitinge?) Belki işin başından itibaren çatının bütün beklentisi, “zarif kaybeder”ken iyi izlenim bırakacak ve olumlu puan toplayacak bir aday çıkarmaktan; başka bir deyişle, daha baştan “onurlu yenilgi”yi sineye çekmek ve maskelemekten ibaretti; bilemiyorum. Ama yani, destekçi partiler açısından, ciddî ve inanmış bir efordan bu kadar yoksunluk; planlayıcılar açısından, bütün bir kampanyanın ağırlık noktasını, ana çizgisini, çekim merkezini belirlemede bu denli acz; bu kadar düşünce dağınıklığı ve odaksızlık; adayın kendisi açısından da, üzülerek söylüyorum, bu kadar hafiflik, sarsaklık ve beceriksizlik olacak şey değildi, değildir. Temel slogandan başlayalım; “Ekmek için Ekmeleddin” — ne büyük bir gaf ve salaklıktı bu! Bir kere, genel seçim mi, cumhurbaşkanlığı seçimi mi? Sonuçta hükümet mi belirlenecek, CHP’nin özel bir anlamda “sivil” (yani fazla insiyatif almayacak ve çok şeye karışmayacak) olmasını ısrarla istediği bir Çankaya mukimi mi? İkincisi, buradaki kitlesel-popülist iddianın hele İhsanoğlu’yla ilişkisi ne? “Üç dil bilen profesör” imajı mı esas, millete “ekmek” verebilmek mi? Üçüncüsü ve herhalde en önemlisi, bu toplum “ekmek” vaadiyle seçim kampanyası yürütülebilecek bir noktada mı gerçekten? Yirminci yüzyıl başlarının, faraza 1905 veya 1917 Rus devrimlerinin koşullarında mı örneğin? Ya da, sırf kendi ülkemizi düşüneceksek, Nâzım’ın İnsan Manzaraları’nın “Memetçik Memet” bölümünde yankılanan Birinci Dünya Savaşı yılları veya 1950’ler ile 60’ların “köy romanı”nda anlatılan, biz solcuların işçi-köylü ittifakı dediğimiz ve toprak reformu/devrimi peşinde koştuğumuz, Ecevit’in dahi “Toprak işleyenin, su kullananın” sloganını attığı gibi bir Türkiye mi var bugün? Aç emekçiler “ekmek için Ekmeleddin”in peşinden 1848 barikatlarına mı yürüyecek?
Bu, işin bir yönü. Diğeri ise şu: karşınızda kampanyasını (sürekli eleştirdiğim sert ve kırıcı dili dahil) açıkça güç ve iktidar üzerine kuran; güçlü Türkiye uğruna güçlü bir başkanlık (sistemi) talep ve vaat eden bir lider var. Diyelim ki buna karşısınız — madem buna karşısınız — sizin kendi kampanyanızın (bırakalım bu ekonomistik ve anakronistik “ekmek” edebiyatını); asıl Meclis üstünlüğü, otoriter tek adamlığa hayır ve özgürlük gibi temalar üzerine kurulması gerekmez mi? Fakat hani özgürlük — ve özellikle, hükümettendaha fazla özgürlük? Anayasa değişikliği söz konusu oluyor; çatı adayı Erdoğan’dan daha tutucu; mevcut anayasayı, 12 Eylül darbe anayasasını korumaktan yana. Kürt meselesi soruluyor; ağzını açıp ilâve tek somut ve anlamlı lâf edemiyor. Ermeni meselesi soruluyor; keza, AKP’nın gelmiş olduğu noktaya dahi gelemiyor. Erdoğan bu gibi konularda çok daha özgüvenli; İhsanoğlu ise daha korkak, daha pasif bir milliyetçi-muhafazakârlığın göstermelik klişelerinden başka bir şey ortaya koyamıyor. Üstüne, İstiklâl Marşı rezaleti bindi. Hayır, mesele ilk hatâsı değil; çünkü böyle hatâları herkes yapabilir; özellikle Çanakkale Şehitleri ile İstiklâl Marşı’nın bazı yerlerini pekâlâ çoğu insan karıştırabilir (çünkü arada çok imge ve sözcük tekrarı vardır; esasen ikincisi, yani İstiklâl Marşı, ilkinin, yani Çanakkale Şehitleri’nin daha az konjonktürel ve çok daha anıtsal bir özeti gibidir). Sorun burada değil; sorun İhsanoğlu’nun bu hatâyı yaptıktan sonra kör kör parmağım gözüne inkâr etmesinde; gazetecilerin elinde olabilecek kayıtları da hiç hesaba katmaksızın hatâ yapmadığını, esasen İstiklâl Marşı’nın kastetmiş olduğunu iddia etmesinde. Bence bu noktada artık pek de zoraki değildi tartışma ve eh, tabii “Çarkçı Ekmel” diye tepesine binerler; cumhurbaşkanlığına aday olan kişi herkesin göz önünde, hem de bu kadar basit, sığ ve hesapsız bir şekilde yalan söyleyerek kendini küçültmemeliydi.
Sonuçta, gerek Erdoğan ve gerekse Selahattin Demirtaş’ın yanında, hiç sahicilik hissi vermeyen bir aday olarak kaldı ve kampanyası da bir ilkokul müsameresinden öteye geçemedi. Bu arada, Demirtaş’ın (HDP’deki “Türk solcuları”nın söylemsel ihtiyaçlarına fazla itibar etme hatâsı bir yana) sadece bir Kürt değil, doğrudan doğruya bir Kürt partisinin lideri kimliğiyle cumhurbaşkanı adayı olmasının da ne büyük bir değişimi ifade ettiğini bilmem ayrıca vurgulamaya ihtiyaç var mı? 2 Mart 1994’te DEP milletvekilleri “Kürt/çü” oldukları gerekçesiyle TBMM’den yaka paça götürüldü. 2 Mayıs 1999’da Müslüman bir kadın, Merve Kavakçı, and içmeye başörtülü geldiği için bizzat Bülent Ecevit tarafından TBMM’den kovuldu, kovdurtuldu. Şimdi bir yandan, kimlerin utancıdır bu rezaletler? Diğer yandan, nereden nereye geldik ve hangisi daha demokratik: Türkiye’nin boğulup yerinde saydığı 1989-2002 arası mı, bugün mü?
Şu 10 Ağustos Pazar günü, galiba bir referandum daha yaşayacağız bu noktada. Sonuç ne olur? Radikal’den naklen şimdi Serbestiyet’te gördüm; Oral Çalışlar “bizim mahalle”nin bitmeyen öfkesini yazmış. Buna, bitmeyen hayallerini de eklemeli. Birileri hâlâ AKP’yi “son demleri”nde gösteriyor (fos çıkan bu tür kaçıncı köşe yazısı, ben de unuttum). “Yüzde 57 Erdoğan’a karşı” fikrinden hareketle yerel seçimlerin aslında AKP için yenilgi olduğuna kendini fazla inandırmış başka birileri, her şeye yukarıdan bakan süper zekâsıyla “yüzde 43 nasıl yüzde 50 olabilir” diye dudak büküyor. Başka bazıları, “asla ilk turda seçilemez”in üzerine, “tutarlı demokratlar ikinci turda ne yapmalı” tartışmalarını da bindiriyor ve “ikinci turda Ekmeleddin Bey çekilirse oylama bir plebisite dönüşeceğinden Erdoğan yüzde 50’yi aşamazsa seçilmemiş sayılabilir” gibi, Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu’na rahmet okutacak hukuk spekülasyonlarına girişiyor. En son da gelsin kediler, trafolara sokulmaya hazırlanan.
Geçen sefer yerel seçimlerden sonra yazmıştım (4-5 Nisan 2014: Hayal ve gerçek hakkında 11 paragraf); bu sefer baştan söyleyeyim dedim — bu gidişle Erdoğan herhaldeen az yüzde 54-55 alır, İhsanoğlu en fazla yüzde 37-38, Demirtaş da Kürt oyunun üst sınırını zorlayarak en fazla yüzde 7-8. Özetle, muhalefet şimdiye kadarki en ağır yenilgisine gidiyor. Bu muhtemel zaferden sonra AKP nereye gider? Bu tramplenden sıçrayarak, sonbahar genel seçimlerini de farklı kazanır ve (muhalefetin tıkadığı) anayasa değişikliğini tek başına gerçekleştirebilecek bir çoğunluğa erişirse, bu büyük gücü çarçur etmemesini; yanlış yönlerde değil, gerçekten demokratik bir anayasa değişikliği ve Kürt sorununa böyle yeni bir anayasayla perçinlenmiş kalıcı bir çözüm için kullanmasını dileyelim.
Yorum Yap