- Robozkê şehîdlerinin âzîz hatırâsına -

  • 28.12.2012 00:00

  Bundan tam bir yıl önce bugün, korkunç bir katliâm haberiyle uyanmıştık.

     Şehr-i Nûh (Şırnak) ilinin Qilaban (Uludere) ilçesine bağlı Robozkê (Ortasu) köyünde, o toprakları bölüp parçalayan “sınır”da, dikenlitellerin başucunda 34 köylünün üzerine bombalar yağdırılıp hunharca katledildiler.

     Tek günâhları (!), “topraklarını bölen sınırların” iki tarafında rızık peşinde koşmak olan, yaşları 15 – 19 arasında değişen 34 gencecik insan.

     34 çocuk!

     Aynı dili konuşan, aynı kavme mensub, hepsi de aynı aileden olan bir millet ve bu milletin evlâtları arasına örülen, “uluslararası sınır” dedikleri dikenlitellerin başucunda.

     Tek suçları (!), yaşadıkları köyden sadece 15 km ötedeki ama arada dikenliteller bulunan, sadece 15 km ötedeki şehirde yaşayan ve üstelik aynı dili konuşan, hatta akraba olan insanlarla ekmek parası için, çoluk çocuğun rızkı için mazot ticareti yapmaktı bu köylülerin.

     Bir yıldır bu olayı konuşuyoruz. Bir yıldır bu katliâmı gündemleştiriyor, tartışıyoruz. Fakat katliâmı sorgularken, bunu “yanlış yerden başlayarak” yapıyoruz. Çünkü o günâhsız çocukları “kimin öldürdüğü” veya “vur emrini kimin verdiği”nden çok daha önemli bir soru var, sorulması gereken:“Niçin öldürüldüler?”                                          

     O insanlar, o gariban köylüler, orada “uluslararası sınır” diye örülen dikenliteller olduğu için öldürüldüler...

     Dolayısıyla o sınırları konuşmadan, sınırların meşrûiyetini tartışmaya açmadan, akrabayı akrabadan ayıran o dikenlitelleri hiç gündemleştirmeden, Uludere katliâmını sağlıklı bir zeminde tartışmamız ve “anlamamız” da mümkün değildir.

     O çocuklar orada o dikenliteller olduğu için öldürüldüler çünkü...

     * * *

     Yeryüzünün tamamı, üzerinde yaşadığımız bu gezegen, tüm insanlık ailesi için vatandır, yurttur, memlekettir. Sadece insanlar için değil, aynı zamanda tüm hayvanlar ve bitkiler için de. Onlar da can taşıyorlar ve bu yeryüzü coğrafyasında bizlerle birlikte yaşıyorlar. Bizimle hem yanyana, hem içiçe.

     Kızılderili reisi Joseph’in çok güzel bir sözü vardır. Şöyle der: “Toprak yaratıldığında üstünde sınır çizgileri yoktu. Onu bölmek insanlara düşmez.”

     Bu söze pek kulak asmamış olan insanoğlu, savaşlar ve siyasî rekabetlerle vücûda getirdiği tarihi boyunca sürekli olarak sınırlar çizmiştir. Üstelik bu sınırlar, neredeyse istisnâsız denecek oranda hep “yanlış” ve “haksız” bir şekilde olmuştur.

     Bu sınırlar kimileyin coğrafî yapılar, dağlar ve nehirler esas alınarak çizilmiş, kimileyin de coğrafî etkenler göz önüne alınmadan yapılmıştır. Sadece kendilerine ait veya kendilerinin yaşadıkları yerlerin sınırlarını oluşturmakla yetinmeyen insanoğlu, başkalarına ait coğrafyaların sınırlarını bile, hem de masa başında ellerinde bastonla çizmekten çekinmemiştir.

     İster coğrafî yapılar gözetilerek çizilmiş olsun, ister gözetilmeden, ister kendi yaşam alanlarını belirlerken olsun, ister başkalarına ait toprak parçalarını bölüp parçalarken olsun, anakaradan oldukça uzak olan bir ada üzerinde kurulu “ada devletleri” hariç, gezegenimiz üzerindeki tüm sınırların yanlış, hatalı ve adaletsiz bir şekilde çizildiğini söylersek, yanılmış olmayız.

     Mutlaka savaşlar ve çatışmalar sonucunda ve bu savaşların galipleri tarafından çizilen bu sınırlar dâhilinde kalan ülkelerin iç siyasetlerinde, sözkonusu “ulusal sınırlar” kutsanıp dokunulmazlaştırılmış ve bu sınırlar ordularla koruma altına alınmıştır.

     Hemen her ülkenin, sınıra yakın bölgelerinde yaşayan insanlarının, vatandaşı oldukları ülkenin dilini değil, komşu oldukları ülkenin dilini konuştukları gerçeği, bu sınırların gerçekten “adaletsiz” bir şekilde çizildiğini, üzerinde sosyolojik ve etnolojik bir araştırma yapmaya gereksinim bırakmayacak şekilde gösteriyor zaten.

     Oturduğunuz köy veya ilçenin bir gün ansızın birtakım güçler tarafından ikiye bölündüğünü ve bazı akraba ve arkadaşlarınızın sınırın öte tarafında kaldıklarını, artık onlarla “pasaport” veya “vize” olmadan görüşmenizin imkânsız olduğunu bir an olsun tasavvur etmenizi salık veririm. Çok acı, değil mi?

     Kendi köyünüzü düşünün, ya da ilçenizi. Ortasında bir dere veya nehir akıyor. Akan suyun üzerinde de köprü var. Bir savaş yaşanıyor ve savaştan sonra yeni sınırlar çiziliyor. Daha sonra kutsanıp “dokunulmazlık” addedilecek olan ulusal sınırlar. Ve iki devlet arasında çizilen sınır, sizin köyünüzün ortasından geçen nehir kabul ediliyor. Köyünüzü ikiye bölüyorlar. Köyün yarısı bir ülkenin, yarısı da başka bir ülkenin vatandaşı oluyor. Sizin kuzenlerinizden, çocukluk arkadaşlarınızdan bazıları, hatta belki de sevdiğiniz kız, sözlünüz, nişanlınız, sınırın öte tarafında kalıyor. Onların evi derenin öbür tarafında olduğu için, öbür devletin tebâsı oluyorlar. Aynı köylüsünüz ama artık aynı ülkenin vatandaşı değilsiniz. Artık biribirinizle pasaport olmadan görüşemezsiniz. Sahi ya, ne yaparsınız?

     Bu nasıl bir zûlüm böyle? Neyi paylaşamıyor insanoğlu? Şart mı “benim, senin, onun” demek? “Hepimizin” demek bu kadar zor mu? Yeryüzünü, toprağı ve suları yaratan Cenâb-ı Allâh, yemyeşil bir dağın iki yamacını, mavi mavi akan ırmağın iki yakasını biribirinden farklı mı yaratmıştır ki, dağın bir yamacından öbür yamacına veya ırmağın bir tarafından öbür tarafına pasaportla geçelim? Dikenlitellerin iki tarafı arasında izinsiz geçiş yaptıkları için “kaçakçı” denilen Robozkêli köylülerin, bu yüzden hunharca katledildiği o dikenlitellerin bir tarafından öbür tarafına geçtiğim zaman, direkte asılı bayraktan başka değişen ne ki?

     İnsanlar aynı insanlar, amcaçocukları, teyzekızları, konuşulan dil aynı dil, toprak aynı toprak, coğrafya aynı coğrafya.  

     Sınırın her iki tarafında oturanlar, biribirinin yakınları ve akrabaları. Evleri karşı karşıya. Pencereden baktıklarında biribirlerini görebiliyorlar. Bir tarafta yaşayanlar, öbür tarafta yaşayanların çocuklarının oyun oynarkenki bağırışlarını işitebiliyor. Fakat, heyhaaat, bunlar farklı ülkelerin vatandaşları; farklı pasaportlara sahipler.

     İşte bunun içindir ki, kendi köylerinden 15 km ötedeki bir şehre bile gitmeye, oradaki, hem de aynı dili konuştukları, üstelik akraba oldukları insanları ziyaret etmeye, onlarla mazot, çay, şeker ticareti yapmaya dahi hakları yoktur ve buna teşebbüs ettiklerinde, kar demeden kış demeden, oraya doğru havalanan savaş uçakları tarafından başlarına bombalar yağdırılıp cesetleri paramparça edilir.

     Ve bembeyaz karlar, onların kanlarıyla kızıla boyanır.

     * * *

     Coğrafyaların isimleri, Allâh’ın Âdem’e öğrettiği isimler gibidir, kutsaldırlar; ancak devlet isimleri ve sınırlarını devlet erkinin belirlediği ülke isimleri öyle değildir, yapaydırlar. İnsan iradesiyle konulmuş yapay isimler, haritalarda yazan isimlerdir; haritada yazılması yasak olan isimler ise, Allâh’ın Âdem’e öğrettiği isimlerdendir, kutsaldırlar.

     Toprağa yeni sınırlar çizmeye kalkışanlar da, var olan sınırları kutsayıp dokunulmaz addedenler de aynı şeyi yapıyorlar; toprağın parçalanmasını, bölünmesini kabul ediyorlar. Onların karşı olduğu husus toprağın parçalanması değil, toprağın kendi istekleri doğrultusunda parçalanmaması.

     Toplumların, toplulukların arasına sınırlar çekilmesi bile başlıbaşına bir itiraz duygusu oluşturmalı aslında. Bu da yetmiyormuş gibi, bazı devletler, habire yeni sınırlar çizmeye, yeni duvarlar örmeye çalışıyorlar. Kimileri zaten bölük pörçük olmuş yeryüzü coğrafyasını daha da bölüp parçalamak, ülkeleri daha da parçalayıp daha küçük ülkeciklere bölmeye çalışırken, kimileri de zaten bölünme ve parçalanma sonucu çizilmiş sınırların varlığı ile yetinmeyip, o sınırı daha da belirgin hale getirmek için daha çok duvarlar, dikenliteller örme derdine düşmüşler.

     Bölünen yerleşim birimlerinde yaşamlar, sevdâlar, sevinçler ve hüzünler de bölünür. Toprak parçalandığı zaman, herşey parçalanmış demektir. Toprağı parçalamak, ortak değerleri, ortak tarihi, ortak inançları, ortak idealleri, ortak yaşamları, ortak sevinç ve hüzünleri parçalamak demektir.

     Türkiye – Suriye, Türkiye – Irak, Türkiye – İran, Suriye – Irak, Irak – İran sınırlarının çizilip dikenlitellerin örüldüğü kadim Kürdistan topraklarında ilçelerin ve köylerin ikiye bölünmüş olmasını, yerleşim birimlerinin arasında dikenliteller örülmüş olmasını ve bu dikenlitellerin amcaçocuklarını, teyzeçocuklarını biribirinden koparmış olduğunu, bu insanların biribirleriyle görüşemediğini bir gün bile kendilerine dert edinmemiş, bunun dâvâsını gütmemiş insanların kalkıp “Vatan bölünmez” nutukları atması şaklabanlıktan ve soytarılıktan başka nedir ki?

     Vatanı sevmenin ilk adımı, toprağı sevmektir. Toprağı sevmek ise, toprağa çizilen ulusal sınırlara ve aileler arasına örülen dikenlitellere karşı çıkmayı gerektirir. Bir gümrük kapısında veya askerî karakolda sınırları biten toprak parçasına “vatan” değil, “açıkhava hapishanesi” denir çünkü. “Vatan”, sınırları insan eli ve iradesiyle çizilen, adına devlet denen bir güç tarafından egemenlik altında tutulan toprak parçalarına değil, içinden ırmaklar akan, dağlar yükselen, göller bulunan, kıyılarına deniz dalgalarının vurduğu, ortak tarih ve kaderin yaşandığı, sevinç ve hüzünlerin paylaşıldığı coğrafyalara denir. Ve vatanın üzerinde güçlü bir devlet değil, masmavi bir gökyüzü vardır.

     Nehirlerin akan suyunda insanların ortak geçmişi, ortak anıları, ortak acıları, ortak sevinçleri, ortak hüzünleri, ortak şarkıları, ortak şiirleri, ortak sevdâları, ortak aşkları vardır.

     Toprakları bölmek ve parçalamak için değil, sulamak, bereketlendirmek, çoğaltmak, birleştirmek, elleri ve yürekleri birleştirmek için akar nehirler. Nehirler bunun için akarken, bunların “sınır” yapılıp suyun iki yakasındaki insanları biribirinden koparmak ne kadar acı bir durum! Ne kadar büyük bir zûlümdür bu!

     Çünkü devletler, insandan korkuyorlar. İnsanlar ne kadar bir olursa, birarada olursa, devletler o kadar zayıf düşüyorlar.

     Devletler, insanların zaafından alıyorlar güçlerini. İnsan zayıfladıkça devlet güçleniyor; insanın güçlü olduğu yerde ise devletlerin gücü kırılıyor.

     Onun için korkuyorlar insandan, devletler. İnsanların biraraya gelmesinden, kucaklaşmasından, paylaşmasından korkuyorlar. Bölmek, parçalamak istiyorlar insanları. Güçlerine güç katmak için istiyorlar bunu.

     İnsanlar ne kadar barış içinde yaşarsa, ne kadar biribirlerini severse, ekinlerini ve üretimlerini ne kadar çok paylaşırlarsa, o kadar çabuk yıkılıyor devletlerin saltanatı. Ve insanlar, topluluklar, toplumlar, ne kadar çok kavga ederse, o kadar ömrü uzuyor devlet dediğimiz otoritenin.

     İnsanların hep kavga etmesini istiyorlar, savaşmasını, biribirlerini öldürmesini istiyorlar. Çünkü insanlar ne kadar çok biribirini öldürürse, devletlerin ömrü de o kadar fazla uzuyor. Bunun için insanları biribirinden ayırıyor, ayırdıklarını da biribirlerine karşı kışkırtıyorlar, biribirlerine düşman ettiriyorlar.

     İnsan hep farklı olana düşman olsun istiyorlar. Farklılıklar ne kadar kaşınırsa, bundan o kadar fazla düşmanlık doğuyor çünkü. İnsanların dilleri farklı olana, dînleri farklı olana, mezhepleri farklı olana, kültürleri farklı olana düşman olmasını istiyorlar hep.

     İnsanlar arasına sürekli sınırlar, dikenliteller örmek istiyorlar. İnsanı insandan koparmak istiyorlar. Uludere ile Zaxo arasına ördükleri gibi, Nusaybin ile Qamîşlo arasına ördükleri gibi, Ceylanpınar ile Raselayn arasına ördükleri gibi.

     Devletler insanların arasına sürekli sınırlar çizmek istiyorlar, karakollar kurmak istiyorlar, dikenliteller örmek istiyorlar, duvarlar inşâ etmek istiyorlar. Bunları aşmaya çalışanları da “Kaçakçı” olarak damgalayıp savaş uçaklarıyla başlarına bombalar yağdırıyorlar.

     İnsanlar biribirini görmesin istiyorlar, biribiriyle konuşmasın, biribiriyle dertleşmesin, biribiriyle paylaşmasın, insanlar biribirini sevmesin, insanlar biribirini koklamasın istiyorlar.

     Bundan korkuyorlar. 

sediyani@gmail.com

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar