Kıbrıs’tan Gelen İran – Türkiye Sınır Mektubu

  • 24.09.2013 00:00

 Bu köşedeki bir önceki buluşmamızda, siz sevgili kardeşlerime bir mektup paylaşmıştım. “Başbakan Erdoğan’a Açık Mektup” adıyla yayınlanan bu yazı, adından da anlaşılacağı üzere, benim Başbakan’a yazdığım bir mektuptu.

     Bu seferki buluşmamızda yine bir mektup paylaşacağım sizlerle. Fakat bu sefer benim yazdığım bir mektup değil, tam aksine, bana yazılan bir mektup.

     Mektubu okumaya geçmeden önce, sizden istirhamım, önce bu linkteki haberi okumanızdır:

     http://www.dha.com.tr/oglu-annesi-icin-okuyor_524476.html

     Mektubu bana yazan kişi, haberde bahsedilen dertli kadın, çileli anne Elmas Abdullahzâdeî’nin oğlu, Kıbrıs’ta üniversite okuyan Veli Güner.

     Ancak Veli kardeşimizin bana söylediğine göre, yukarıdaki haber metninde bir hata var, zirâ babaları işitme ve konuşma engelli ama görme engelli değil. Babasının gözleri görüyor.

     Kıbrıs’ta, Lefkoşa Yakın Doğu Üniversitesi’nde okuyan Veli Güner, annesi için hem Türkiye tarafında hem İran tarafında yıllardır verilen hukuk mücadelesinden bir sonuç alamadıklarını ifade ederek, gerek siyasî çevrelerde gerekse medya aracılığıyla ortaya koydukları çabaların da sonuçsuz kaldığını belirtiyor ve aile olarak “SON ÇARE” umuduyla bana mektup yazma ihtiyacı hissettiklerini söylüyor.

     Hikâyelerini öğrendiğimde yüreğimin parçalandığı, bana yazdıkları mektubu da gözyaşları içinde, bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlayarak okuduğum ve Van’da, İran sınırı yakınlarında yaşayan bu ailenin gözünde beni “son çare” yapan şeyin ne olduğunu bilmiyorum, ancak gerek sınırlar, sınır öyküleri, dikenliteller, bölünen coğrafyalar, parçalanan aileler konusunda bu kadar çok yazıp çizmem, gerekse kaleme aldığımız İran Seyahatnamesi’nden yola çıkarak, benim bu olaya ilgisiz kalmayacağıma kanaat getirmiş olmalılar diye düşünüyorum.

     Onyıllardır bunca uğraşlara rağmen çözülemeyen bir soruna ben “çare” olabilir miyim, bu yürek burkan aile dramının son bulmasına “vesile olmak” bu fâkir ve kendi halinde yaşayan garip kardeşinize nasip olur mu, bilmiyorum ama, eğer bu gerçekleşirse, bu yürek burkan aile dramının son bulmasına ben vesile olursam, dünyanın en en en en en bahtiyar insanı olacağım.

     Aileye, herkesin huzurunda şu sözü veriyorum, öncelikle: Yaşadıkları dramı, acılarını, dertlerini, hem Türkiye medyasında hem İran medyasında duyurmak için elimden geleni yapacağım. Türkiye Cumhuriyeti devletinin yöneticilerine de, İran İslam Cumhuriyeti devletinin yöneticilerine de bana yazdığınız bu mektubu ulaştıracağım. Ayrıca, gönül bağımın bulunduğu ne kadar dernek, sivil toplum kuruluşu ve aramızda dostluk bulunan hukukçu, siyasetçi varsa, hepsini harekete geçireceğim.

     Sınırlar, sınır öyküleri, dikenliteller, bölünen topraklar ve parçalanan aileler, benim yazılarımda ve fakat en çok da şiirlerimde işlediğim bir konu. Bölünen coğrafyalar, yitik ülkeler, parçalanan aileler, sınır öyküleri, özellikle şiirlerimin ana konusunu teşkil etmektedir.

     Özellikle de beş parçaya bölünen Kürdistan... Kürdistan’ın parçalanan, aralarına dikenliteller örülen, bölünen, biribirlerinden kopartılan aileleri...

     1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın 400 yıl sonra bile nasıl aile dramlarına yol açtığına mektubu okurken birebir tanıklık ediyorsunuz.

     Evlenen çiftin ikisi de Kürt... Baba Türkiye Kürdü, anne İran Kürdü...

     Vanlı ailenin bu dramı nihayetinde bir ailenin dramı ancak bu bir tek ailenin yaşadığı dramda bölünüp parçalanan Kürdistan’ın bütün bir öyküsü saklı.

     Mektubu daha da ilginç kılan ise, bu mektubun bana Kıbrıs’tan, yani aynı şekilde bölünüp parçalanan bir adadan ve o adanın “Yeşil Hat” ile ikiye bölünen başkentiLefkoşa’dan yazılıp gönderilmesi.

     Sözü fazla uzatmadan, sizinle mektubu olduğu gibi paylaşıyorum.

     Ben mektubu hüngür hüngür ağlayarak okudum. Bilmem ki siz de okurken gözyaşlarınızı tutabilecek misiniz?

İbrahim Sediyani

* * *

 

     Sayın İbrahim Sediyani;

     Son umut olarak size bu acıklı ve gerçek hikayemizi yazmaya karar verdim. Tam olarak tarihini bilmediğimiz ve tahminen 1976 yılında başlayarak günümüz 2013 yılına kadar verdiğimiz mücadele 2 devlet arasında sıkışmış ve hukuksuzluğa boyun eğmiş bulunmaktayız. Aşağıda yazacağım satırlar belki çok uzun olabilir ama kelimesi kelimesine ve hatta virgülüne kadar herşey gerçektir. Bu olay İRAN ve TÜRKİYE sınırları arasında gelişmektedir.

     Amcam ve dedem 1960’lı ve 1980’li yıllara kadar sınır ticaretiyle uğraşıyorlardı. Amcam Türkiye vatandaşı dedem ise İran vatandaşıydı. Bu sınır ticaretinden dolayı sıkı bir dostlukları vardı. Benim babamla beraber 7 kardeştiler. 2 kız ve 5 erkektiler.

     En bahtsızı da benim babamdı. Babam 8 yaşında ağır bir hastalık geçirerek konuşma ve duyma yetisini kaybetti. Bundan sonra babam için konuşulmaz işitilmez bir hayat başlamış oldu.

     Babamın evlenme çağı geldiği zaman büyük amcam babamı evlendirmek istedi. Fakat sağır ve dilsiz biriyle kimse evlenmek istemedi. Son çare olarak amcam çok sevdiği ve sonradan dedem olacak İran vatandaşı ve dostuna durumu izah eder. Kardeşine dedemden kızını ister. Fakat babamın durumundan dolayı dedem önce pek olumlu yaklaşmaz. Geçen zaman içerisinde bir şekilde amcam dedemi ikna eder. Günü geldiğinde anneme Türkiye’ye gelin olarak gideceği söylenir. Fakat evleneceği kişinin sağır ve dilsiz olduğunu sadece annem bilmez. Annemin diğer kardeşleri bu durumu bildiğinden dolayı dedeme tepki olarak geçici bir süreliğine evi terk ederler. Fakat dedem verdiği karardan vazgeçmez.

     Tahminen 1976 yılının kışında at sırtında annem gelin olarak sınırdan kaçak yollarla Türkiye’ye getirilir. Bundan sonrası nasıl bir hayatın annemi beklediğini kimse bilemez.  Annem yaklaşık 10 gün gelin olarak geldiği evde hâlâ kiminle evlendirildiğini bilmemektedir. Annem intihar eder korkusuyla kimse anneme eşinin durumunu önce anlatmaz.

     Annemin Türkiye’deki 10. gününden sonra halam anneme eşinin sağır ve dilsiz olduğunu söyler. Bu durum karşısında annem önce şoka girer ve daha sonra çaresizce günlerce ağlar. Artık annem istemeden de olsa sağır ve dilsiz olan babamı eş olarak kabul eder ve bu evlilikten 7 çocukları dünyaya gelir.

     Anneme kimlik başvuruları yapılmaz ve okul çağımız gelene kadar annemle beraber biz de kimliksiz yaşıyorduk. Babamın bütün çabalarına rağmen kimse babama yardım etmez. Anneme vatandaşlık ve bize kimlik çıkartmak için kimse babama yardım etmez. Fakat yılmayan babam herkesten yardım talep eder. Kimi olumlu kimi olumsuz cevap verir. Başvurduğu bütün devlet kurumlarından olumsuz cevap alır. Bu durumu öğrenen artniyetli insanlar babamdan çocuklarına kimlik çıkartacağını fakat bunun için açık olmasa bile kaymakama, valiye, nüfus müdürlüğüne bu olayın çözülmesi için babamdan bu işin masrafları için 6-7 koyun talep ederler. Babam da eşine ve çocuklarına kimlik verilecek umuduyla koyunları verir. Fakat geçen süre zarfında herhangi bir başvuru bile yapılmaz.

     Ta ki 1989 yılının yazına kadar; bu arada babamın 2 erkek ve 4 kızı dünyaya gelmiş. 1989 yılında köyümüze 2 tane su havuzu yapıldı. Bunun inşaatında çalışan ve şu anda soyadını bilmediğimiz YEMEN adlı biri babamla sıkı bir dostluk kurar. Yemen’in Başkale Nüfus Müdürlüğü'nde eşi görev yapıyordu. Yemen olayı eşine anlatır, eşi çocukların baba üzerinden kimlik verilebileceğini söyler ve bize babam üzerinden evlilik dışı çocuklar olarak kimlik verilir. Fakat annem için yapılacak birşey yoktur. 1992'de doğan kardeşime kimlik çıkarmak için Nüfus Müdürlüğü'ne başvuruda bulunur. Fakat bu başvurunun tarihini tam olarak bilemiyoruz. Babama bu yasanın değiştiği ve artık kimlik verilemeyeceği söylenir. Kardeşim 2007 yılına kadar kimliksiz yaşadı.

     Bu süre zarfında ben ve kardeşlerim büyümüşüz. Artık anneme kimlik ve vatandaşlık çıkarmak için ben uğraşmaya başladım. Ben 1989’da okula başladım ve 5 yıl okuduktan sonra maddi imkansızlıktan dolayı eğitimimi yarıda bırakmak zorunda kaldım ve aileme destek olabilmek için İstanbul’a 1997 yılında çalışmak üzere gittim.

     Anneme kimlik ve vatandaşlık çıkarabilmek için 2000 yılında artık ben uğraşmaya başladım. Başkale ve Van Nüfus Müdürlükleri’ne başvurmaya başladım. Bana her seferinde anneme kimlik verilemeyeceği söylendi. Ancak “İran’dan annene ait kimlik ve pasaportunu getirirseniz kimlik verebiliriz” dediler bana. Ben İran’daki dayımlarla irtibata geçerek olayı anlattım. Annemin kimlik ve pasaportun verilmesi için İran’daki yetkili makamlara başvurmalarını istedim. Bize dedikleri, annemizin İran ile bir bağı olmadığını ve herhangi bir şey yapılamayacağı. Nedenini sorduğumda ise, “1979 yılında İran’da İslam Devrimi’nden dolayı bütün kimlikler yenilendi ve anneniz İran’da olmadığı için kimlik verilmedi.” Bana, “35 - 40 yıldır annemin Türkiye’de yaşadığını ve artık Türk vatandaşı olarak bizde görünüyor” deyip yapılacak birşey olmadığını söylediler.

     Bu olumsuz cevaptan sonra tekrar Başkale’deki Nüfus Müdürlüğü’ne gittim. Müdürle görüşerek olayı anlattım. Müdürün bana cevabı ‘’Türkiye’de kız mı yoktu baban gidip bir İranlı’yla evlendi?” oldu. Müdürle kısa bir tartışmadan sonra “bu şekilde kimlik veremeyiz” dedi bana. Bu cevap üzerine ben de kalkıp Van Nüfus Müdürlüğü’ne gittim. Nüfus müdürüyle görüşüp olayı anlattım. Ne tesadüf ki Van Nüfus Müdürü de bana aynı cevabı verdi: “Türkiye’de kız mı yoktu baban İranlı biriyle evlendi?”

     Verilen bu cevaplara çok sinirlendim. “Annem bunca yıldır kimliksiz yaşıyor, bundan sonra da kimlik çıkartmayacağım” diye tövbe ettim. Ta ki 2007 yılına kadar. Bu arada 1992'de doğan kardeşim hala kimliksiz yaşamaktaydı. 2004 yılında abim evlendi. 2007 yılında kardeşini kendi kızı olarak nüfusuna yazdırdı.

     Geçen her yılda annem sürekli baş ağrısından şikayet ederdi. Doktora götürdüğümüzde ise tansiyondan dolayı başının ağrıdığı söylendi. Fakat 2006 yılında annem baş ağrılarına artık dayanamıyordu. Annemi de doktora götürdüğümüzde durumu anlatıyorduk ve vatansız olduğunu söylüyorduk. Maddi durumumuz olmadığından dolayı kabul ederlerse başka bir şahsa ait sağlık güvencesinden tedavi edilmesini istedik. Bazen olumlu bazen de olumsuz yaklaşıyorlardı. Genellikle akrabalarımızın sağlık güvencelerinden işlemlerimizi bir şekilde yaptırıyorduk.

     2006’nın kışında annemi halsiz olarak Van’a götürdük. Bize önce annemin beynine giden temiz kan damarı ve kirli kan damarı arasında yaklaşık 3 milim bir et parçası olduğunu ve her sene 1 milim büyüdüğünü, yeteri büyüklüğe ulaştığı zaman beyin kanamasına neden olabileceğini söyledi doktor. Ve acil olarak ameliyat edilmesi gerektiğini söyledi. Ameliyatın da sadece Ankara veya İstanbul’da yapılabildiğini ve çok riskli bir ameliyat olduğunu, hastanın kurtulma ihtimalinin çok düşük olduğunu söyledi. Fakat annemin daha çıkmayan bir beyin tomografisinin olduğunu ve ona bakıp kesin karar verileceğini söyledi. Günlerden de Cuma olup tomografinin Pazartesi çıkacağını söyledi. Pazartesi çıkan filimde ve daha önce çıkan filimlerde sonuçlar birbirini tutmadı. Bu olay karşısında şaşıran doktor ya filmlerin ya da isimlerin karıştırıldığını söyledi. Tekrar sil baştan herşeyin yapılacağını ve dosya şekline getireceğini söyledi bize. Bir umut olarak filmleri yeniden çektirdik. Ve sonuç olarak öncesine göre biraz daha umutlu olan doktor, annemin temiz ve kirli kan damarlarını birbirine dolandığını söyledi. Ankara ya da İstanbul’da ameliyat olabileceğini ve ameliyatın çok riskli olduğunu söyledi.

     Bütün bu işlemler aylarca sürüyor ve 2007 yılının Ocak ayında filmleri İstanbul’a getirdim. İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde uzman bir doktora gösterdim ve aynı hastalığı o da onayladı, yapılacak tedavinin önce beyin anjiyosunun çekileceğini, damarlar açılmazsa ameliyat yapacağını ve ameliyatın çok riskli olduğunu, hastayı kaybetme olasılığının çok fazla olmasından dolayı başkasının sağlık güvencesiyle yapılamayacağını söyledi bana. Özel hastanelerde ise yaklaşık 70 milyar gibi bir para bizden istendi.

     Bütün olumsuzlara karşı 2004 yılında yarıda bıraktığım eğitimime tekrar başlamıştım. Ortaokul ve liseyi Açıköğretim’den tamamladım ve tek hayalim üniversite giriş sınavında Tıp okuyup doktor olmak ve annemi tedavi etmekti. Geçimimi sağlamak için gündüzleri pastanelerde çalışıyor ve geceleri de dayanabildiğim kadar ders çalışıyordum. Bu esnada annemin Türkiye’deki tedavisini maddi imkansızlıktan dolayı yapamıyorduk.

     Bütün hayvanlarımızı satıp onlardan elimize geçen parayla “İran’da sağlık daha ucuz” diye umut olarak kaçak yollardan 2008 yılında abim annemi İran’a götürdü. İran’da doktorlar, “annemin beyninde iyi huylu bir tümör olduğunu ve bunun ilaç tedavisi ya da ameliyatla iyileşebileceğini” ifade ettiler. Biz de bu duruma çok sevindik ama sevincimiz fazla sürmedi. Çekilen filmlerde iyi huylu tümör olmadığı ve damarların birbirine dolandığı orada da ortaya çıktı. Doktor bizden özür dileyerek yanıldığını, bu ameliyatın ancak Tahran’da yapılabileceğini ifade etti.

     Filmleri Tahran’a gönderdik. Ameliyatın orada yapılabileceğini fakat annem kimliksiz ve pasaportsuz olduğundan dolayı ameliyatı yapamayacaklarını, yapılsa dahi 40 milyar gibi bir ücret istediler. Fakat elimizde annemin tedavisi için 10 milyar kadar para vardı elimizde. Bunun da çoğunu doktorlara muayene ve film ücreti olarak vermiştik. Yani kısacası elimizde neredeyse para bitmişti. Sonuç olarak orada da hüsrana uğradık. Tek sevindirici şey, onların verdiği ilaçlarla annemin baş ağrıları biraz da olsa eskiye nazaran dinmişti. Doktorların bize dediği, “annemin her an % 90 beyin kanama riski olduğu ve bir an önce kimlik çıkartılıp sağlık güvencesine kavuşturulması gerektiği”. Aksi takdirde yapılabilecek birşeyin olmadığını ifade ettiler. 

     Annem yaklaşık 3 ay İran’da kaldıktan sonra 2009 yılının Şubat ayının karlı bir gününde kaçak yollardan tekrar 8 saat sürecek olan zorlu bir yolculuktan sonra Türkiye’ye getirdik. Artık annem için yapılabilecek tek şey kimlik ve vatandaşlık çıkartmaktı, ya Türkiye’den ya da İran’dan. Ben de İstanbul’daki İran Başkonsolosluğu’na giderek durumu izah ettim. Onların verdiği cevap da, “benim elimde anneme ait resmi hiçbir belge olmadığı için yapılacak birşeyin olmadığı.” Bana “İran’dan resmi bir evrak getirip öyle başvuruda bulunun” dediler.

     Fakat biz İran’da bütün çabalarımıza rağmen hiçbir resmi evrak alamadık. Ondan iki defa daha İstanbul’daki konsolosluğa gidip durumu izah ettim. Bana pasaport ve kimlik getirilmeme durumunda yapılacak birşey olmadığı söylendi. Son olarak avukat bir arkadaşımla “hukuki bir çare vardır” diye tekrar konsolosluğa gittik ve bana aynı şeyleri tekrar söylediler: “Kimlik ve pasaport getirmezsen yapılacak birşey yok.” Uzun tartışmalardan sonra kendime hakim olamayıp sinir krizi geçirip konsolosluk camını yumrukladım ve beni tutuklamaya çalıştılar. “Burası İran’ın toprağıdır” deyip İran yargı sistemine göre yargılayacaklarını söylediler. Avukat arkadaşımın çabalarının sonucu beni bıraktılar, fakat konsolosluğa girişim yasaklandı.

     Bunu üzerine Erzurum’daki İran Konsolosluğu’nu arayıp durumu izah ettim.  Onların devreye girmesiyle anneme tekrar İran vatandaşlığı geri verilsin diye Urmiye Nüfus Müdürlüğü’nde dosya açtık. Fakat yetkililer bizden çok umutlu olmamamızı ve bunun belki de onlarca yıl sürebileceğini ifade ettiler. Yıl 2013 ve hâlâ bize bir cevap bile verilmedi.

     2009’un Temmuz ayında TBMM’ye gitmeye karar verdim, belki orada bir muhatap bulurum diye. Ama meclisin tatile girdiğini hesaba katmamıştım ve yetkili bir vekil bulamadım. Sayın Hasip Kaplan’ın hukukçu olduğunu bildiğimden dolayı O’nun makam odasına gittim ve durumu özel yetkili kalemine anlattım, kendilerini bilgilendirmesini ve bana yardım etmesini istedim. Özel kaleminin Hasip Bey’le yaptığı görüşmeler sonucunda bana yeni bir yasanın çıktığını, Türkiye’de 15 yıl kesintisiz yaşayan bütün yabancı uyruklu vatandaşlara kimlik verilebileceğini söyledi. Ben de çıkan bu yeni yasayı internette bulup çıktı olarak yanıma alarak Van Nüfus Müdürlüğü’ne başvurmaya gittim.

     Öncelikle yapılacak bir şeyin olmadığını söylediler ve kimlik ve pasaport istediler. Fakat kimlik ve pasaportun olmadığını dile getirdim. Yeni çıkan yasa üzerinden yararlanmak istediğimi söyledim. Fakat yasa yeni olduğundan dolayı ve resmi gazetede daha yayınlanmadığından kendilerinin haberdar olmadığını ifade ettiler. Valiliğe başvurmamı istediler. Valiliğe sunduğum 5 dilekçeden sonra beni önce Van Emniyet Müdürlüğü’ne, oradan da  Yabancılar Şubesi’ne havale ettiler. Şubede yetkili bir polis memuruna durumu izah ettim, bana bunun çok uzun süreceğini ve öncelikle İçişleri Bakanlığı’ndan “ikametgâh tezkeresi” almamız gerektiğini söyledi.

     Dilekçeyle onlara ilk başvurumuzu Yabancılar Şubesi vasıtasıyla yaptık. “Cevap ne zaman gelir?” diye sorduğumda ise “tahminen Ankara’da adamın varsa üç gün, yoksa en erken üç ay, o da olmazsa altı ay, en iyi ihtimal dahilinde bir yıl sonra cevap gelir” dedi. Dilekçemi teslim edip oradan ayrıldım.

     Tam olarak detaylı bir şekilde olayı yazıp Cumhurbaşkanlığı’na, Başbakanlık’a, Ankara’daki Nüfus Daire Müdürlüğü’ne, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı’na ve bir de Sağlık Bakanlığı’na olmak üzere 6 dilekçe bu kurumlara yazdım. Başbakanlık ve Sağlık Bakanlığı’ndan cevap bile alamadım. Diğerlerinden ise bir ay sonra cevap geldi. Hepsi de aynı şeyleri dediler: “Nüfus Müdürlüğü’ne gidin, yasalar ne diyorsa ona göre başvurun.” Cumhurbaşkanlığı ek olarak annemin sağlığı için Van Valiliği’ne talimat verdiklerini ve ilgileneceklerini ifade ediyordu. Verdikleri cevapta bize bir numara verdiler. “Bu numara üzerinden Valiliğe gidin, sağlık için yardım edecekler” dediler.

     Umut olarak valiliğe gittik. Valilik, sosyal yardımlaşma kurumuna yolladıklarını, oraya gittiğimizde bizim Başkale ilçesinde oturduğumuzdan dolayı yazıyı kaymakamlığa gönderdiklerini ve oraya gitmemizi söylediler. Kaymakamlığa gittiğimizde ise yapılacak herhangi birşey olmadığını, annemin “vatansız” olmasından dolayı yardım edemeyeceklerini söylediler. Ve artık yapılacak birşey kalmadı.

     Tek umut İçişleri Bakanlığı’ndan gelecek cevabı beklemek oldu. Tam 1 yıl sonra cevap geldi. 2010’un Temmuz ayında cevabın Başkale İlçe Karakolu’na gönderildiğini bana Yabancılar Şubesi’nde söylediler. Fakat biz Başkale’de bu yazıyı bulamadık. Van’a gidip örneğini aldım ve karakola teslim ettim. Cevapta da şunlar yazıyordu: “Böyle bir kadın var mı, herhangi bir suç işlemiş mi, kaç çocuğu var, nasıl geçiniyor?”

     Bunu bir tutanak halinde yazıp tekrar Van Yabancılar Şubesi’ne yolladılar. Bu sırada son doğan kardeşimi bir yolunu bulup ağabeyin nüfusundan çıkardık ve babamın nüfusuna 1992 doğumlu olarak yazdırdık ve nihayetinde babamın son çocuğu O’nun nüfusuna geçmiş oldu. Tabi bu arada annem de gözümüz önünde resmen erimekte ve her geçen gün zayıf düşmekte. Psikolojik olarak biz de yıpranıyorduk.

     İlk uğraştan bugüne tam 10 yıl geçti ve 2010 yılındayız. Ben artık ortaokul ve liseyi bitirmiş, üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. En son gönderdiğimiz tutanağa 2012 yılına kadar cevap gelmedi. Her telefon açtığımızda cevabın gelmediğini söylüyorlardı. 2012’nin Temmuz ayında Van Yabancılar Şubesi’e giderek olayı oradaki yetkililerle görüştüm. Annemin dosyasını çıkarttık. Dosyayı incelediğimizde tutanağın hiç gönderilmediğine şahit olduk. 2 yıl boyunca tutanak dosya içine konup herhangi bir işleme tabi tutulmamış. Nedenini sorduğumda ise kendilerinin haberdar olmadıklarını, iki defa kadronun değiştiğini ve bir de depremden dolayı taşındıklarını ve bir suçlarının olmadığını, varsa da önceki kadroların sorumlu olduğunu söylediler ve tutanak tam 2 yıl sonra Ankara’ya yollandı.

     Ben de artık 2012 yılında üniversiteyi kazanmıştım. Bunun sevincini yaşarken karakoldan bize gelen bir telefonla adeta dünyamız yıkıldı. Bana annem hakkında sınırdışı kararı çıktığını ve karakola gelmemi söylediler. Elimiz kolumuz bağlı, hiçbir şey yapamaz durumdaydık.

     Van eski baro başkanıyla irtibata geçtim. Verilen kararı söyledim, kendisi bana kararın hukuksuz olduğunu ve kararın kopyasını getirmemi, yürütmeyi durdurma ve kararı bozmak için mahkemeye başvuracağımızı ifade etti. Karakola gittim, yazının kopyasını istedim fakat veremeyeceklerini söylediler. Bütün çabalarıma rağmen almadan ve okumadan karakoldan ayrıldım. Bunun üzerine Van Yabancılar Şubesi’ni arayarak olayı izah ettim ama kendilerinin haberdar olmadıklarını söylediler. Böyle bir kararın ancak kendilerinin yollayabileceklerini söylediler. Bunun üzerine tekrar karakola gittim ve yazıyı istedim. “Anneni getirmezsen hiçbir şekilde yazıyı sana vermeyiz” dediler. Ben de “annemi getirmiyorum, ne yapacaksınız?” diye kendilerine söyledim. Kendileri “bizzat gelip biz alacağız” dediler ve gerekirse bütün köyü arayacaklarını, eninde sonunda bulacaklarını söylediler. Yani biraz da tehditvari bana “anneni sen getir, işleri zorlaştırma daha da fazla” dediler.

     Bunun üzerine ertesi gün  29 Ağustos’ta Çamlık Jandarma Karakolu’na, “sonumuz ne olacak?” gibi kafamda binbir soru işaretiyle annemi zorla ikna ederek getirdim. Bu arada annem korku dolu gözlerle “ne olacak benim sonum?” diyerek bana hep veryansın etti. “Sen rahat durmadın, bütün bunları sen başımıza açtın, şimdi olayın içinden nasıl çıkacağız?” diye söyleniyor, üzülüyordu. Oysa ben sadece kimlik çıkarıp tedavi etmek istiyordum. En çok korktuğum ve üzüldüğüm, annemin “vatansız” olmasından dolayı, “O’nu Erzurum’daki toplama kampına, bu yaşlı insanı oraya yollarlarsa tansiyon hastası ve beyin kanama riski olma ihtimali her an olan annemi acaba bir daha görebilecek miyim?”, bu korkuyla yola çıktık. Evde herkes ağlıyordu, “acaba annemiz geri dönebilecek mi?” diye.

     O gün öğleden sonra karakola gittik. Bizi bir odaya aldılar. Görevli astsubay kendince bir çözüm bulup daha önce verdiğimiz tüm dilekçelerin tersine itirazım olmasına rağmen kendince yeniden bir dilekçe yazıp yurda kaçak yollardan giriş yaptığından dolayı anneme 1 milyar para cezası kestiler. Karakoldaki işlemler bitene kadar akşam karanlığı çökmek üzereydi. Bizi Van’a yollayacaklarını ve bizimle beraber bir uzman çavuşun geleceğini ifade ettiler. Sonraki günün 30 Ağustos Zafer Bayramı olması sebebiyle isterlerse sonraki gün annemle geleceğimi söyledim. Önce kabul etmediler, sonra “geleceğine dair söz verirsen ancak bırakırız” dediler. Bunun üzerine köye gittik. Cuma sabahı tekrar karakola geldik. Bir uzman çavuşla beraber bizi Van’a gönderdiler. Van Yabancılar Şubesi’e gittiğimiz de korkuyla içeri girdiğimizde görevli memurlarla konuştuk. Olayı izah ettik. Kendilerini annemi istediklerini söyleyip “birkaç evrak imzalaması gerekiyor” dediler. Ben de sordum, “karakol bize anneni sınırdışı kararı çıkmış, ondan istediler dedi fakat siz farklı şeyler söylüyorsunuz, şimdi kime inanayım, kim doğru söylüyor?” dedim. “Kendilerinin sınırdışı kararı yok, öyle bir şey olmaz” dediler. Ben de onlara “sizi defalarca aradım, siz doğruyu neden bana söylemediniz?” diye sorunca telefonda bilgi verilemeyeceğini ifade ettiler. 1 milyar para cezası yatırdık. Tekrar karakoldaki ifademizi değiştirdik ve işlemleri bitirdikten sonra evimize gittik

     Bize 5 yıl içerisinde vatandaşlığın verileceğini ifade ettiler ve evraklarımızı tekrar İçişleri Bakanlığı’na yolladılar. Biz de yine cevap beklemeye başladık.

     Cevaplar da hep 1 yıl sonra geliyorlar her nedense. Bütün bunları bitirdikten sonra 24 Eylül’de  Kıbrıs’a gelip üniversite eğitimime başladım.

     İlk başvurumdan bu yana tam 12 yıl geçmiş ve ben 30 yaşına gelmişim. 12 yılda ancak dilekçelerle devlete sesimizi az da olsa duyurabiliyorduk. Bu esnada annemi 3 defa çeşitli gazetelere haber konusu yaptım. Belki medyanın gücü bu işi halleder diye. Ama oradan da bir sonuç çıkmadı ve her hafta Van Yabancılar Şubesi’ni arayarak bir cevap geldi mi diye soruyordum.

     2013 Mayıs’ına kadar her hafta düzenli aradım. Her seferinde hiçbir cevap gelmediğini ifade ediyorlardı. En son BİMER (Başbakanlık Sizi Dinliyor) sitesinden annemin dilekçelerini tarih ve sayı numaralarıyla şikayet maili yolladım. Uzunca bir süre bekledim cevap gelmeyince oradaki yetkili kişiyi telefonla arayarak maillerin cevaplarının gelip gelmediğini araştırmasını istedim. Bana cevapların posta yoluyla Başkale ilçesine yollandığını söyledi. PTT’ye giderek cevabı orada buldum ve cevap olarak da olayın artık Dışişleri Bakanlığı’na intikal ettiğini belirtiyordu.

     Bütün çabalarımın sonucu bazen dilekçelerimiz unutulur bazen hiç cevap verilmez ve 5 yılın sonunda elime sadece olayın “oradan buraya yollandığı” gibi cevaplar geçti. Tek korkum, hasta olan annemi kimlik sahibi yapmadan O’nu kaybetmek. Evden bana gelen her telefon çağrısında “inşallah kötü birşey yoktur” diyerek cevap veriyorum.

     Bütün bunlara başladığımda 18 yaşındaydım. Şimdi ise 31 yaşındayım. Tek sevindirici şey bizim için, annem uğruna yarım bıraktığım eğitimimi, şu anda Sağlık Fakültesi’ni yokluk ve yoksulluk içinde tırnaklarımla adeta kazıyarak okumak oluyor.

     Bu sorunun bir an önce çözülmesi için sizden yardım sesimize ses olmanız dileğiyle satırlarıma son veriyorum.

     Saygılarımla.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar