Kürdistan İslam Devleti İçin Canlarını Veren Türkler, Çerkesler, Alevîler

  • 9.11.2014 00:00

  13 Şubat 1925 günü patlak veren Şeyh Said Kıyamı’ndan tam bir hafta sonra, 21 Şubat günü Abdullâh Ağazade, Mustafa ibn-i Zülfü oğlu Mûhâmmed, Mûhâmmed Ağazade Bahrî, Fahrî, Abdurrahîm, Zülfü Perzîd Ağazade, Molla İmranzâde, Büyük Hacıağazâde Hasan, Kürdîyanzâde, Sofu Ömerzade Dıranî, Molla Bekîr, Mustafa Zülfü Ağazâde, Melamîyanzâde Ahmed, Hacı Ali Ağazâde ve Hacı Bekir Ağazâde Mûhâmmed adlı 15 Kürt âlimi, İstanbul’da bir beyanname yayınlarlar:

     “Türk Cumhuriyeti’nin İslamiyet’e muğayir ahvâl ve harekâtı ve bilhassa muhibb-i İslamiyyet olan Kürt eşraf ve hanedanına reva görmekte olduğu mezalim ve hakaret ve kin ve nefret birkaç seneden beri gazete ve ewrak-i resmîyelerinde okunuyor. Ve bunlar Ermenîler’e yaptığı muameleyi Kürt müteneffizanına da bir muamele yapmak fikrinde oldukları ve hatta geçen sene içtima eden Meclis-i Mebusan’da bu hususun müzakere kılındığı ve karar verildiği de mevsuk-i menabîden istihbar kılınmış ve buna dair de birçok alâim mesbuk ve mevcud olmuştur.

     Salabet-i İslamîye ve asabîyet-i Kürdîyesi ğaleyana gelen birçok zevat bir Cemiyet-i İslamîye teşkil ederek müstakil bir İslam hükûmeti vücûda getirmek fikrindedirler. Allâh muvaffakiyet versin. Âmin.

     İşte İslamiyet’ten fersah fersah ırak olan, âded-i kadim putperestlik dîni ihyâ ve ayîn-i metrukelerini icraya hatve atan bu Türk Laik Hükûmeti’nin izmihlaline çalışanlara an semi’ul- kalb muavenet-i maddîye ve bedenîyede bulunacağımızı ve bu uğurda icab eden her türlü fedâkârlığı ifâda tereddüt ve rehavet göstermeyeceğimizi ve emin olduğumuz her ferdi, her zâtı bu hususa tahrik ve teşvik edeceğimizi taahhüd eylediğimizden iş bu taahhüdnamenin zi’rini bitaverrıza imza ve tehmir eyleriz.

     Abdullâh Ağazade, Mustafa ibn-i Zülfü oğlu Mûhâmmed, Mûhâmmed Ağazade Bahrî, Fahrî, Abdurrahîm, Zülfü Perzîd Ağazade, Molla İmranzâde, Büyük Hacıağazâde Hasan, Kürdîyanzâde, Sofu Ömerzade Dıranî, Molla Bekîr, Mustafa Zülfü Ağazâde, Melamîyanzâde Ahmed, Hacı Ali Ağazâde, Hacı Bekir Ağazâde Mûhâmmed.”[1]

     Doğrusu, oldukça çarpıcı bir beyanname ve üzerinde durmak gerekiyor.

     Beyannamede geçen ifadelerde, özellikle ilk paragrafı büyük bir dikkatle okunmalıdır: “Türk Cumhuriyeti’nin İslamîyet’e muğayîr ahvâl ve harekâtı ve bilhassa muhibb-i İslamîyyet olan Kürt eşraf ve hanedanına reva görmekte olduğu mezâlim ve hakaret ve kin ve nefret birkaç seneden beri gazete ve evrak-i remîyyelerinde okunuyor. Ve bunlar Ermenîler’e yaptığı muameleyi Kürt müteneffizânına da bir muamele yapmak fikrinde oldukları ve hatta geçen sene içtima eden Meclis-i Mebusan’da bu hususun müzakere kılındığı ve karar verildiği de mevsuk-i menabîden istihbar kılınmış ve buna dair de birçok alaim mesbuk ve mevcud olmuştur.”

     Bu ifadelerden, çok önemli iki bilgiyi öğrenmiş bulunuyoruz:

     1 – Bu tarihten 10 sene önce, 1915 yılında Ermenîler’e yaptıkları soykırımın aynısının Kürtler’e de yapılmak istendiği ve kemalist kadroların yönetimde olduğu devlet kademesinde, bu yönde bir hazırlığın bulunduğunu.

     2 – Bu konunun, yani Kürtler’in de tıpkı Ermenîler gibi katliâmdan geçirilip ülkeden sürülmesi konusunun bizzat TBMM’de görüşüldüğü.

     28 Şubat 1925 günü, yani kıyam başladıktan iki hafta sonra Genelkurmay Başkanlığı, emrindeki tüm birliklere Şeyh Said hadisesi ile ilgili bir bilgilendirme yazısı kaleme alarak gönderir.

     Genelkurmay Başkanlığı tarafından kaleme alınan yazıda, kıyamın rengi ve amacı hakkında belki de bugüne dek yapılmış olan en doğru değerlendirme yapılır. Halen TC Genelkurmay arşivlerinde “belge” olarak saklanan bu yazıda Kürdistan’daki İslamî halk ayaklanmasının sebebi ve amacı hiçbir yoruma mahal vermeyecek biçimde gayet net, objektif ve bir o kadar da açık bir şekilde belirtilir: Bağımsız Kürdistan İslam Devleti.[2]

     Kıyamın başarılı olması halinde, kurulacak olan devlet bir Kürdistan devletidir. Bu devletin yönetim şekli ise İslam’dır.

     Genelkurmay arşivlerinde, sadece dönemin Genelkurmay Başkanlığı tarafından yazılan bildiri, yazı ve telgraflar değil, aynı zamanda bizzat Şeyh Said tarafından kaleme alınan mektuplar da bulunmaktadır. Örneğin bu mektuplardan birinde Şeyh Said Efendi şöyle demektedir: “1300 küsur seneden beri âzîz İslam dînine tabiyiz. Hz. Muhammed bu dînin elçisidir. Biz Kürtler’i diğer milletlerle bağlayan bağ, İslam ve Qûr’ân idi. Şimdi bu bağı yıkmaya başladılar. Aramızda artık hiçbir bağ kalmadı. Eğer biz imân sahibi ve Allâh’ın birliğine inananlar İslam üzere birlik olmaz ve hürriyetimizi elde etmezsek, cümlemiz behemehal mahv ve yok olacağız. Tüfeklerinizi alınız ve onlardan kurtulup istiklâlinizi kazanmanın yolunu bulunuz.”[3]

     Genelkurmay arşivlerinde “belge” olarak saklı tutulan ve Şeyh Said’e ait başka bir mektupta da, Şeyh Said Efendi hükûmetin dînsizliği getirdiğini, dîne ait vakıfların ve medreselerin kaldırıldığını, fuhuş ve zinanın arttığını, kadınların ecnebîlerle dans ettiğini belirterek, bu şartlar altında “onlarla” birlikte yaşamanın mümkün olmadığını vurgulamaktadır.[4]

     TC Cumhurbaşkanı M. Kamâl Atatürk ise konu ile ilgili bütün açıklamalarında, Şeyh Said Kıyamı’nın dînî ve millî niteliklerine dikkat çekerek, olayı İslam ve Kürtlük fikrinin “mürekkep bir cereyan-ı efkâr” (birleşik bir fikir akımı) olduğunu beyan etmiştir. M. Kamâl, Şeyh Said Kıyamı’nı şu şekilde yorumlar: “Ísyan hadisesininirticaî, umumî, mürekkep (birleşik) bir cereyan-ı efkâr (fikir akımı) ve bir silsile-i istihzaratın (hazırlıklar zinciri) fiili bir işareti ve neticesi olduğu, bir seneden beri cereyan eden ahval (durumlar) ve hadisat (olaylar) ile bir defa daha sabit olmuştur.”[5]

     Şeyh Said Ayaklanması, öncesinde ve sonrasında (Osmanlı’nın son demlerinde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında) Kürdistan’da gerçekleşen diğer kıyam ve ayaklanmalardan hazırlanışı, uygulanışı ve sonuçları bakımından farklılık göstermektedir. Çünkü 1925 Şeyh Said Kıyamı, ne sadece “Dinsiz Cumhuriyet’e karşı dinci kalkışma”, ne de sadece “Türk devletine karşı Kürtçü kalkışma” olarak değerlendirilebilecek bir mahiyete sahipti. Tek boyutlu değil; bu iki boyutu da birarada barındıran kapsamlı bir kıyam hareketiydi. Amaç hem İslam hem Kürdistan’dı. Çok açık bir şekilde, İslamî esaslara dayalı, Şeriat’la yönetilen bağımsız bir Kürt devleti kurmak amacıyla gerçekleştirilmiş bir ayaklanmaydı.[6]

     Kıyam hareketi hem İslamî mahiyet taşıyor, hem de Kürdistanî motifler işleniyordu. Müslümanlık ve Kürtlük; ikisi biraradaydı. Örneğin kıyamın haini Kasım Bey’in yargılanması esnasında, mâhkeme başkanının “isyan”ın iki seneden beri hazırlık safhası geçirdiğini ve asıl gayelerinin ne olduğunu sorması üzerine, Binbaşı Kasım Bey vermiş olduğu ifadede, 1925 Şeyh Said Kıyamı’nı galiba en net ve özlü bir şekilde tarif ediyordu. Şeyh Said’in bacanağı Binbaşı Kasım ifadesinde, “Kimi dîn için çalışıyor, kimi de siyasî çalışıyordu. Fakat maksat birdir” diyordu. Yani, “Bazıları İslam için savaşıyordu, bazıları da Kürdistan için. Fakat her ikisinin de amacı aynıydı” diyerek, kıyamın nihaî amacının “Kürdistan İslam Devleti” kurmak olduğunu belirtiyordu.[7]

     Dönemin Elazığ valisi Hulusi Bey de, Şeyh Said’e bağlı Kürt mücahîdlerin Elazığ’ı fethetmelerinden hemen sonra gazetelere verdiği mülâkatta, Şeyh Said Kıyamı’nın öncelikli hedefinin İslam devleti, ikinci hedefinin de bağımsız Kürdistan olduğunu belirtmiştir.[8]

     İSLAMÎ DİRENİŞİN ERMENÎ DESTEKÇİLERİ

     Refik Nuri’nin kıyamın sıcak günlerinde gazetelerde yaptığı açıklamalar ise daha da ilginç ve oldukça çarpıcıdır. Refik Nuri, rejim güdümündeki Türk gazetelerinde yaptığı açıklamada, Şeyh Said Efendi ve kıyama öncülük eden diğer İslam âlimlerinin öteden beri bölgedeki ğayr-i müslimlerle münasebetlerinin olumlu olduğunu ve onlar tarafından da sevilip sayıldıklarını,bölgedeki Hristiyan unsurlar olan Ermenîler’in ve Nasturîler’in de kıyama destek verdiklerini, Şeyh Said hareketine yardım ettiklerini, Hristiyan olmalarına rağmen İslamî Kürt devletini Laik Türk devletine tercih ettiklerini itiraf etmiştir.[9]

     Yine aynı gazetelerde, Şeyh Said Efendi’nin kıyama katılmaları ve destek vermeleri için Ermenî halka da çağrıda bulunduğuna dair iddâlar bile yer almıştır.[10]

     Hristiyan olan Ermenî halkının bir İslamî harekete destek vermesi, ilk başta aklın ve mantığın kavrayabileceği bir olgu değil. Ancak yaşanan pratiğin derinliklerini bilenler, o olaydan sadece 10 yıl önce neler yaşandığını bilenler, Hristiyan Ermenî halkının İslamî Kürt ayaklanmasına destek vermesini hiç de garip karşılamayacaklardır.

     1915’te laik İttihatçı kadrolar tarafından gerçekleştirilen Ermenî katliâmına ilk tepki, bölgedeki İslam âlimlerinden geliyor. Bu tepkilerin başını da, Şeyh Said Efendi’nin kardeşi Şeyh Tahir Efendi çekiyor. Ermenî katliâmına hem Şeyh Tahir Efendi, hem amcası Şeyh Hasan Efendi, hem de bizzat Şeyh Said Efendi’nin kendisi şiddetle karşı çıkıyorlar.[11]

     Şeyh Hasan Efendi “Palu müftüsü”dür. Karşı fetvâ veriyor. Şeyh Said Efendi, Ermenî halkına karşı yapılan saldırılara şiddetle karşı çıkıyor; bunun bir katliâm olduğunu, sabi sübyan, çoluk çocuk katlinin dîne de vicdana da uymadığını, devletin kanatları altındaki bazı dîn adamlarının “Ermenî halkının canının ve malının helâl olduğuna dair verdikleri fetvâların” asılsız olduğunu, bu tür fetvâların İslam akidesi ile bağdaşmadığını, İslam Şeriâtı’na göre dîni ve ırkı ne olursa olsun herkesin can, mal, ırz ve namus emniyetinin güvence altında olması gerektiğini yüksek sesle ve her yerde dile getiriyor; devletin kanatları altındaki dîn ulemâsının İslam Şeriâtı’na aykırı fetvâ verdiklerini söylüyor, Allâh için değil devlet için fetvâ verdiklerini ilân ediyor.[12]

     Şeyh Said’in Ermenî katliâmına engel olmak için yayınladığı bu fetvâ, şu anda Ermenî Patrikhanesi’nin elindedir. Şeyh Said’in orijinal fetvâsıdır bu.

     Fetvâda, bunun bir kıt’âl olduğu, zûlüm olduğu söyleniyor, yapanların katil olduğu dile getiriliyor. Böyle bir katliâmın İslamiyet’te yerinin olmadığı açık açık belirtiliyor.

     Tehcîri bile kabul etmiyor, Şeyh Said Efendi.. Yani bırakın katliâmı, tehcîri de kabul etmiyor.

     1915’teki Ermenî katliâmına Şeyh Said Efendi karşı çıkıyor, Palulu Şeyh Hasan Efendikarşı çıkıyor, Melıkanlı Şeyh Abdullâh karşı çıkıyor, Şeyh Said’in kardeşleri Şeyh Tahir Efendi ve Şeyh Mehdi Efendi karşı çıkıyor.

     Şeyh Said’in kardeşleri Şeyh Tahir ve Şeyh mehdi, o sırada Lice ve Hani bölgesinde meskundurlar. Ve bunlar sadece fetvâyla değil, fiilî olarak da karşı çıkıyorlar.[13]

     1925 Kürdistan İslamî Kıyamı’nı başlatan ve öncülüğünü yapan İslam âlimlerinin tamamı, bundan 10 yıl önceki 1915 Ermenî Soykırımı’na karşı çıkan, ardı ardına fetvâlar yayınlayarak bu katliâmı ve tehciri engellemeye çalışan ve mazlum Ermenî halkını laik – seküler İttihat Terakki zûlmüne karşı koruyan şahsiyetler oldukları için, bölgedeki Ermenîler’in onlara karşı güvenleri tam. Güvenleri tam olunca destekleri de eksik olmuyor, doğal olarak

     MÂHKEMELER BAŞLIYOR (16 NİSAN 1925)

     Şeyh Eyyûb ve Dr. Fuad’ın Yargılanmaları (16 – 17 Nisan)

     Şark İstiklâl Mâhkemesi’nin baktığı ilk dâvâ, Diyarbekir’e gelişinden dört gün sonra, başka bir ifadeyle Şeyh Said Efendi’nin yakalanmasından bir gün sonra, 16 Nisan 1925 Perşembe günü yapılan, Şeyh Eyyûb ve kendisi Türk olup başından beri kıyamın içinde olan Dr. Fuad’ın dâvâsı oldu.[14]     

     Gırê Sor (Siverek)’lu olan Şeyh Eyyûb, Siverek’te ayaklanmaya bilfiil katılmış, halk üzerinde manevî nüfûzu olan, sevilen bir âlimdi. Mâhkemede açıkça Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF;sonradan CHP)’nı beğenmediğini, bu partinin İslam düşmanı olduğunu ve İslamî ilkeleri ayaklar altında çiğnediğini söylüyordu.[15]

     Aynı günde Diyarbekirli olan Dr. Fuad’ın da mâhkemesi yapılıyordu. Dr. Fuad, Türk’tü. Fakat Türk olduğu halde “Kürt millîyetçisi” bir insandı. Diyarbekirli bir Türk olarak laik ve dînsiz Türk devletinin tebası olarak yaşayacağına Müslüman bir Kürdistan bağımsız devleti altında yaşamayı tercih ediyor, bütün enerjisiyle müstakil bir Kürt devletinin kuruluşu için çalışıyordu.[16]

     Dr. Fuad, 1912 yılında İstanbul’da kurulan Kürt Talebe Cemiyeti (Hêvî)’nin üyesi ve aynı zamanda 1921 yılında Erzurum’da kurulmuş olup 1925 Kıyamı’yla direk ilintili olan Kürdistan İstiklâl Cemiyeti (Azadî)’nin Diyarbekir yönetim kurulu üyesiydi.[17]

     Döneminin en aydın ve münevver insanlarından biri olan, Türk olması asla haksız tarafta yer alma gafletine sebep olmayan, Şeyh Said Kıyamı’nın başından beri içinde olan Dr. Fuad, 16 Nisan’da idama mâhkum oldu.

     Ancak işin traji – komik yönü ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin nasıl bir ırkçı rejime sahip olduğunun en bariz nişanesi de şuydu ki, idama mâhkum olduğu ve kendisine isnad edilen suçlamaların hiçbirini de red etmediği halde, sırf Türk olduğu için Şark İstiklâl Mâhkemesi savcıları, Dr. Fuad’ın “Türk ırkından olduğu için, cezasının hafifletilmesine vesile olacak hukukî ve kanunî bir imkân olup olmadığını araştırmak üzere” dosyasının baştan sona yeniden incelenmesi kararı almışlardı. Ancak cezasını yumuşatabilecek hiçbir hafifletici sebep bulamamışlardı.[18]

     Şark İstiklâl Mâhkemesi’nin dinleyiciler tarafından alkışlanan ilk idam kararları, Siverekli Kürt âlimi Şeyh Eyyûb ile Diyarbekirli Türk aydını Dr. Fuad’ın idam kararları oldu.

     Hükmün infazından evvel Dr. Fuad’ın hânımı, idama mâhkum olan eşini son bir kez görüp konuşmak üzere savcılığa müracaat etti. Savcılık tarafından muhafazâ altına aldırılan ayrı bir hücrede, karı – kocanın görüşüp konuşmalarına izin verildi. Dr. Fuad’ın biricik eşi ve sevdiğiyle vedâ görüşmesi oldu, bu.[19]

     Şeyh Eyyûb ve Dr. Fuad Bey, bu iki yiğit ve temiz insan, biri Kürt biri Türk, biri âlim biri aydın olan bu iki güzel insan, hemen ertesi sabah, 17 Nisan 1925 günü darağacına asılarak idam edildiler.[20]

     Ve tarihe geçen sözler... Diyarbekirli bir Türk aydını olan, evet, Kürt değil Türk olan Dr. Fuad, boynuna ip geçirildikten sonra şu sloganı atar ve bu sözler, O’nun sözleri olur: “Ben Türk’üm ama Kürdistan’lıyım. Vatanım Kürdistan için yiğitçe kurban olmayı daimâ düşünürdüm. Şüphesiz ki asılmakta olduğumuz bu toprağa bir gün bağımsızlık bayrağı dikilecektir.”[21]

     Dr. Fuad ve Şeyh Eyyûb idam edilirler.

     Şehâdet şerbetini tadarak, inşaallâh Cennet-i Âlâ’ya doğru kanatlandılar.

     Kıyama Katılan Türk ve Alevî Aşiretlerin Yargılanmaları (19 – 21 Nisan)

     Diyarbekir’deki Şark İstiklâl Mâhkemesi’nde çok ilginç ve dikkat çeken dâvâlar da vardı. Aslında bu dâvâların gerçekleşmiş olması bile, laik – kemalist Türk devletinin Şeyh Said rehberliğinde Kürdistan İslamî Kıyam Hareketi’ni karalamak ve mâhkum etmek için attığı iftiraların nasıl da temelsiz olduğunu tek başına gözler önüne seriyordu.

     Şeyh Said Kıyamı’nda her ne kadar bazı Alevî aşiretleri devletin yanında yer aldılar ve bu âzîz kıyama ihanet ettilerse de, bunu yapmayan ve kıyamda yer alıp bir mücahîd sıfatıyla laik rejime karşı cihad eden Alevî aşiretleri de vardı.

     Bununla birlikte, özellikle Diyarbekir ve çevresindeki istisnasız bütün Türk köyleri ve aşiretleri kıyama destek verdiler. Şeyh Said Kıyamı’nda Kürdistan’daki bir tane bile Türk aşireti devletin yanında yer almamış, hatta pekçok Türk aşireti bizzat kıyamın içinde yer almış, mücahîd sıfatıyla laik rejime karşı cihad etmişti.

     Tabiî bu mücahîd Türk aşiretlerinin de akıbeti Kürt mücahîdlerinden farklı olmadı: İdam, hapis, sürgün, katliâm ve şehâdet...

     Nitekim hem bizzat kıyam önderleri arasında Türk şahsiyetler olduğu gibi, 28 Haziran 1925 gecesi kıyamın âzîz rehberi Şeyh Said’le birlikte idam edilen 47 ölümsüz kahraman arasında da hem Türk vardır, hem Çerkes ve hem de Alevî.

     O bölüme geldiğimizde, bunu zaten müşahade edeceksiniz...

     19 Nisan 1925 Pazar günü, Diyarbekir şehir merkezine üç – dört saat mesafede bulunan,ahalisinin tamamının Türk ve Alevî olduğu Şarabê köyünde büyük araiz sahipleri olan Diyarbekirli Said Efendi ve Diyarbekirli Salih Efendi’nin çiftlik nazırları Hacı Delli Hüseyin oğlu Mehmed’in duruşmaları yapıldı.[22]

     Sanık Hüseyin oğlu Mehmed, kıyamda Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir komutanlığı altındaki Kürt İslam birliğinde yer alan bir mücahîddi. Fakat sıradan bir mücahîd değil, cephe komutanı Şeyh Tahir’in binbaşısı olarak muayyen bir kıtaya komutanlık ediyordu. Daha ilginç ve çarpıcı olan ise, Türk ve Alevî olan bu şâhsın, “Biji İslam – Biji Kürdistan” nidâlarıyla Diyarbekir’e hücûm eden Kürdistan İslam ordusunun başındaki komutanlardan biri olmasıydı.[23]

     Mâhkemedeki savunmasında hiçbir şeyi inkâr etmemiş, kıyama gönüllü ve severek katıldığını söylemiş, mücahîdlere komutanlık yaptığını ikrar etmişti.

     Yargılandıktan sonra, hakkında İDAM kararı verildi.[24]

     İdamlarla yetinmeyen Türk devleti, nüfûsunun tamamı Türk ve Alevi olan Şarabê (Şarabî)köyünü tümüyle cezalandırdı. “Asimilasyon politikaları” ile bağlantılı olarak, köyün ismini haritadan sildi ve köye uyduruk bir isim verdi. Laik – kemalist rejim, idam ettiği Türk mücahîd komutanın kıyamdan önceki işi olan “çiftlik nazırlığı” mesleğinden dolayı alay etmek ve aşağılamak amacıyla köye (halen de resmîyette geçerli olan) aşağılayıcı bir isim verdi. Köyün yeni adı şuydu artık: Nahırkıracı.[25]

     İki gün sonra, 21 Nisan Salı günü üç duruşma birden yapıldı.[26]

     Birinci duruşma, Siverekli Terzizâde Osman oğlu Abdurrahmân’ın duruşması idi. “İsyan propagandası yapmak” suçundan dolayı yargılanan “sanığın suçunun sabit olduğuna” hükmedilerek 15 YIL KÜREK ÇEKME CEZASI verildi. Ancak “Türk” olması “hafifletici sebep” olarak görülmüş olacak ki, cezası 5 YIL’a indirildi.[27]

     İkinci duruşma, Hişgöl köyünden Ahmed Pepeme’nin duruşmasıydı. Ahmed Pepeme, maczer tüfeğiyle kırda tutulmuş mücahîdlerden olarak mâhkeye verilmişti. Yargılanması sonucunda, yeniden yargılanmak üzere evrâkının Divan-ı Harb-ı Örfî’ye sevkine karar verildi.[28]

     O gün yapılan üçüncü duruşma ise iddîa makamının arzusu üzerine, “şahîdlerin dinlenmesi ve soruşturmanın genişletilmesi için” başka bir güne bırakıldı.

     SEYYÎD ABDULKADİR’İN YARGILANMASI (23 MAYIS)

     Seyyîd Abdulkadir ve arkadaşlarının daha önce üç kez, 14, 17 ve 21 Mayıs günlerinde yapılan duruşmalarına 23 Mayıs günü de devam edildi.

     Bu dâvâda şu isimler yargılanıyordu: Seyyîd Abdulkadir, oğlu Seyyîd MûhâmmedNafiz BeyPalulu Abdullâh SadîBitlisli Kemal Fevzî, Jîn Gazetesi yazarı Diyarbekirli Avukat Hacı Ahdî Mûhâmmed TevfikHoca Askerî, Diyarbekirli Cemil Paşazâde Ahmed, Divrikli İlyas, “Fado” lakaplı Abdulkadir Sito, Rıfat Bey, Hüseyin Bey, Kado Bey ve Nakip Bekir Sıdkı.[29]

     23 Mayıs 1925 Cumartesi günü yapılan duruşmada evvelâ savcı söz alarak, Seyyîd Abdulkadir, oğlu Seyyîd Mûhâmmed, Palulu Abdullâh Sadî ve dâvâları bu isimlerle birleştirilen Diyarbekirli Avukat Hacı Ahdî Mûhâmmed Tevfik, Bitlisli Kemal Fevzî ve Hoca Askerî’nin mâhkumiyetlerini, Diyarbekirli Cemil Paşazâde Ahmed, Nafiz Bey, Divrikli İlyas Bey ve bunların dört yoldaşı Kado Bey, Abdulkadir Sito, Rıfat Bey ile Hüseyin Bey’in beraatlerini ve yine dâvâya dahil Nakip Bekir Sıdkı’nın Şeyh Said Efendi’yle birlikte mâhkeme edilmesini talep etti.[30]

     Savcıdan sonra söz Kürtler’e verildi. Kürtler savunmalarını kendileri yaptılar. En uzun savunmayı yapan, Kemal Fevzî oldu.[31]

     Savunmalardan sonra mâhkeme kararını açıkladı. Seyyîd Abdulkadir, oğlu Seyyîd MûhâmmedBitlisli Kemal FevzîPalulu Abdullâh SadîHoca Askerî ve Jîn Gazetesi yazarı Diyarbekirli Avukat Hacı Ahdî Mûhâmmed Tevfik’in İDAMLARINA, Diyarbekirli Cemil Paşazâde Ahmed, Divrikli İlyas, Nafiz BeyKado Bey, “Fado” lakaplı Abdulkadir Sito, Rıfat Bey ve Hüseyin Bey’in BERAATLERİNE, Nakip Bekir Sıdkı’nın ise Şeyh Said Efendi ile birlikte yargılanmasına karar verildi.[32]

     İnfazların dört gün sonra, 27 Mayıs Çarşamba günü gerçekleştirileceği duyuruldu.

     Seyyîd Abdulkadir’in bu günkü mâhkemesinde yaşanan en ilginç olay şudur: Mâhkeme heyeti, Şeyh Said ve mücahîdlerinin kıyamda dalgalandırdığı, ortasında beyaz renkte bir Hilâlsembolü bulunan yeşil – kırmızı renkteki bayrağı salona getirip Seyyîd Abdulkadir’e sordular,“Bu ne bayrağıdır?” diye. Seyyîd Abdulkadir, “Kürdistan bayrağıdır” dedi.[33]

     KIYAMIN HAİNİ BİNBAŞI KASIM’IN YARGILANMASI (26 MAYIS)

     Şeyh Abdullâh’ın sorgusundan sonra, kıyamın haini olan Vartolu Emekli Binbaşı Kasım Bey’in sorgusuna başlandı.

     Elbette ki tarihte yaşanmış hemen her olayın ve hareketin, kıyam ve devrimin mutlaka hâinleri de vardır, ama Binbaşı Kasım Bey gibisi, öyle sanıyorum ki dünya tarihinde pek az bulunur. Ekmeğini yediği, suyunu içtiği ve üstelik birinci derece yakın akrabaları olan o âlimleri darağacına göndermek için elinden geleni yapıyordu. Mâhkeme üyeleri bile O’nun kadar suçlamalar yöneltmiyor, O’nun isnad ettiği kadar suç isnad etmiyordu mücahîdlere.

     Binbaşı Kasım sorgusunda, bacanağı Şeyh Said’i çocukluğundan beri tanıdığını, kıyamdan önce Varto’da evinde olduğunu, kıyam başlamadan önce Şeyh Said’le buluşmadığını, Kürtler’in Şeyh Abdullâh komutasında Varto’ya yaptığı ilk saldırıda Kürtler’e karşı direndiklerini, ikinci saldırıda yine Şeyh Abdullâh’ın emri altındaki ve askerlikle, savaşla ilgileri olmayıp hiçbir savaş tecrübeleri bulunmayan 700 kişiye yakın Kürt kuvvetlerinin Varto’yu işgal ettiklerini, Şeyh Abdullâh’ın ikinci saldırıdan yedi – sekiz saat sonra Varto’ya gelip kendisini esir aldığını, saldırıdan önce Şeyh Abdullâh’tan ve Şeyh Kasım’dan ayaklanmaya katılması için tehdit mektupları aldığını, Varto’ya gelen Kürt birliklerinin içerisinde Xoynûk reislerinin, Şeyh Ali Rıza ve Şeyh Abdullâh, amcazâdeleri ve biraderleri Hacı Selim, Halîd ve Mustafa Salahan ile Mehmed Ağa’nın olduğunu, işgalden ondört gün sonra 25 Mart’ta askerin gelmesiyle Kürt birliklerinin kendisini de alarak geri çekildiklerini ve bundan sonra da zorla olaya karıştırıldığını, Şeyh Said’i Erik köyünde gece gördüğünü,  Şeyh Said’in kendisine “2000 kadar Türk askerine karşı Şeyh Abdurrahmân’da 800, Şeyh Abdullâh’ta 1200 kişi var; savunma ve tutunma imkânları kalmadı” dediğini ileri sürdü.[34]

     Binbaşı Kasım, kıyam öncesi hazırlıklar için de, Seyyîd Abdulkadir ile Bedirhanîler’in “Kürdistan başkanlığı”nı yıllarca paylaşamadıklarını, Abdurrezak Bedirhanî’nin Kürtlük duygusunu aşılamak için bir ara Rusya’ya geçtiğini, bu fikrin ilerleyerek İstanbul’da başkanlığını Seyyîd Abdulkadir’in yaptığı Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin açıldığını, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yavaşlayan bu çalışmaların Mondros Mütarekesi’nden sonra yeniden başlayarak bazı yerlerde şubeler açıldığını, Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresi’ni topladığı sırada Kürtler arasında Kürdistan kurulacağına dair yaygın bir düşünce oluştuğunu, kendisinin 1920’de Meclis’in açılması nedeniyle kutlama mesajı göndermesi üzerine, bağımsızlıktan umutlanan insanların “Sen Kürt iken bu adamlara neden meylediyorsun?” diyerek tepki gösterdiklerini, kendisinin Kürt bağımsızlığı düşüncesine inanmadığını söyledi.[35]

     Sorgusunun devamında Binbaşı Kasım, bağımsız Kürdistan kurulması için yıllardan beri süregelen çalışmaları ve ilgili kişilerin adlarını açıkladı. Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey’le Varto’ya seçim çalışmaları için geldiğinde görüştüğünü, Yusuf Ziya Bey’in kendisine “Eğer hiç kimseye söylemeyeceğine yemin edersen, sana bir sır vereceğim” dediğini, yemin edince de Yusuf Ziya Bey’in kendisine “Kürdistan İstihlâs ve İstiklâl Cemiyeti” (= Kürdistan Kurtuluş ve Bağımsızlık Cemiyeti) teşekkül etmiş, bu işi siz üstleneceksiniz” dediğini, kendisinin “Ben cemiyete inanmıyorum” demesi üzerine Yusuf Ziya Bey’in kendisine yalvardığını ve kabul etmesi için ısrar ettiğini, sonra birlikte geziye çıktıklarında tekrar “Neden kabul etmiyorsun?” diye sorduğunu, bunun üzerine kendisine “Kürtler’de bağımsızlık yeteneği yok” dediğini, sonra da ilk fırsatta Mustafa Kemal Paşa’yı durumdan haberdar ettiğini ve tedbirler alması gerektiğini söylediğini, tedbirler gecikince ve Bitlis’te kurulan Divan-ı Harb’e çağrılınca Şeyh Said’in ayaklanmayı başlattığını iddiâ etti.[36]

     Daha sonra da bazı Kürtler’in İstanbul’la alakalı olduklarını ve Şeyh Said Efendi ile de görüştüklerini, Şeyh Said’in Yusuf Ziya Bey, Reşîd Bey ve Seyyîd Abdulkadir’le alakasının olup olmadığını bilmediğini, oğlu Şeyh Ali Rıza Efendi’nin Halep’e ordan da İstanbul’a geçtiğini, döndüğünde kendisine Seyyîd Abdulkadir’le İstanbul’da görüştüğünü söylediğini, fakat kendisine “Bu düdük ötmez; ömrümüz onbeş gündür” deyince, buna cevaben Şeyh Ali Rıza’nın “Merak etme olacak; Kürdistan İslam Devleti kurulacak” dediğini, ayaklanmanın esas amacının İslamî esaslara dayalı bağımsız bir Kürdistan devleti kurmak olduğunu söyledi.[37]

     SEYYÎD ABDULKADİR VE ARKADAŞLARININ İDAMI (27 MAYIS)

     27 Mayıs 1925, mazlum Kürt halkının, tarihinde asla unutamayacağı bir gün oldu.

     İslam ve Kürdistan tarihinin güzide simâsı Şeyh Ubeydullâh Nehrî’nin oğlu olan Seyyîd Abdulkadir, oğlu ve birlikte yargılandığı arkadaşlarıyla birlikte Diyarbekir’de darağacına asılarak idam edildiler.

     Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin başkanı ve Kürdistan İstiklâl Cemiyeti (Azadî)’nin İstanbul şube başkanı olan Seyyîd Abdulkadir, İstanbul’da 13 Nisan’ı 14 Nisan’a bağlayan gece, yanında oğlu Seyyîd Mûhâmmed ve Hewlêr (Erbil) bölgesindeki Xuşnev aşireti üyesi Nafiz Bey ile yine Kürdistan Teâli Cemiyeti üyesi Palulu Abdullâh Sadî ile birlikte tutuklanmışlardı. Tutuklandıktan sonra da Diyarbekir’e, Şark İstiklâl Mâhkemesi’ne sevkedilmişlerdi.[38]

     Seyyîd Abdulkadir, oğlu Seyyîd MûhâmmedNafiz Bey ve Palulu Abdullâh Sadî’nin Diyarbekir’de duruşmaları yapılırken, Bitlisli Kemal Fevzî, Jîn Gazetesi yazarı Diyarbekirli Avukat Hacı Ahdî Mûhâmmed TevfikHoca Askerî, Diyarbekirli Cemil Paşazâde Ahmed, Divrikli İlyas, “Fado” lakaplı Abdulkadir Sito, Rıfat ve Hüseyin’in de onlarla birlikte yargılanmalarına karar verilmişti.[39]

     Seyyîd Abdulkadir ve arkadaşlarının 14 Mayıs günü başlayan mâhkemeleri, daha sonra 17 ve 21 Mayıs günlerinde de devam etmiş, son duruşma ise tam da Şeyh Said Efendi’nin mâhkemesinin başlayacağı 23 Mayıs gününe ertelenmişti.

     23 Mayıs 1925 Cumartesi günü mâhkeme, kararını açıklamıştı: Seyyîd Abdulkadir, oğluSeyyîd MûhâmmedBitlisli Kemal FevzîPalulu Abdullâh SadîHoca Askerî ve Jîn Gazetesi yazarı Diyarbekirli Avukat Hacı Ahdî Mûhâmmed Tevfik’in İDAMLARINA,Diyarbekirli Cemil Paşazâde Ahmed, Divrikli İlyas, Nafiz BeyKado Bey, “Fado” lakaplıAbdulkadir Sito, Rıfat Bey ve Hüseyin Bey’in BERAATLERİNE, Nakip Bekir Sıdkı’nın ise Şeyh Said Efendi ile birlikte yargılanmasına…[40]

     İnfazların dört gün sonra, 27 Mayıs Çarşamba günü gerçekleştirileceği duyurulmuştu ve işte bugün, o gündü.

     İdam hükmü 27 Mayıs Çarşamba sabahı Ulucamiî önünde yerine getirilecekti.Sırasıyla Bitlisli Kemal Fevzî, Jîn Gazetesi yazarı Diyarbekirli Avukat Hacı Ahdî Mûhâmmed Tevfik, Seyyîd Abdulkadir’in oğlu Seyyîd MûhâmmedSeyyîd Abdulkadir,Palulu Kör Abdullâh Sadî ve Hoca Askerî idam edilecektiler.[41]

     Mazlum ve Müslüman Kürt halkının tarihinde, en acılı günlerden biri yaşanıyordu o gün, Diyarbekir Ulucamiî önünde. 6 tane idam sehbâsı kurulmuştu, Kürdistan’ın 6 yiğit evlâdı için.

     Cellatlar ve zorbalar, gururla yerlerini almış, işleyecekleri cinayet ve vâhşeti seyretmenin keyfini yaşamak için, sabırsızlıkla bekliyorlardı.

     Önce Bitlisli Kemal Fevzî idam edildi. Kemal Fevzî başıdik ve alnıaçık bir şekilde idam sehbâsına yürürken, yanındaki dâvâ arkadaşlarına “Hakkınızı helâl edin” dedi.[42]

     Aynı zamanda şâir olan Kemal Fevzî’nin boynuna yağlı kemend geçirildi. İdam edilmeden önce yiğit bir şekilde şöyle haykırdı: “Cennet Kürdistan bizimdir. Ev sahibi biziz ve kim ne derse desin, biz yine evimize gireceğiz. Buna hiçbir güç engel olamaz. Çünkü o bizimdir.”[43]

     Bitlisli Kemal Fevzî idam edildi…

     Daha sonra sıra, Jîn Gazetesi yazarı Diyarbekirli Avukat Hacı Ahdî Mûhâmmed Tevfik’e geldi. Hacı Ahdî Mûhâmmed Tevfik, onurlu ve şerefli bir şekilde idam sehbâsına yürürken, cellatlar ve zalimler de anlasın diye Türkçe olarak “Yaşasın Kürtlük mefkuresi!... Yaşasın Kürdistan!..” diye haykırdı. Diyarbekir semâlarında yankılanan bu sedâya karşılık, cellatlar ve zorbalar da “Yaşasın Cumhuriyet” diye bağırdılar.[44]

     Av. Hacı Ahdî Mûhâmmed Tevfik’in boynuna yağlı kemend geçirildi. İdam edilmeden önce Müslüman Kürdistan milletine son mesajı şu sözler oldu: “Cesedimi bütün dünyaya gösteriniz ve herkes bilsin ki, kişisel haklar için değil, millî haklar için savaşıyorum. Yaşasın müstakil Kürdistan!”[45]

     Diyarbekirli Avukat Hacı Ahdî Mûhâmmed Tevfik idam edildi...

     Ve işte şimdi de sıra, İslam ümmetinin ve Kürdistan milletinin yiğit evlâdı Seyyîd Abdulkadir ve oğlu Seyyîd Mûhâmmed’e gelmişti.

     Cellatlar ve zorbalar, cinayetlerini öylesine sadistçe bir şekilde işliyorlardı ki, idama giden o pâk insanların son arzularını bile yerine getirmiyorlardı. Evet... Bizans ve Moğol mâhkemelerinin, Nazi ve Bolşevik mâhkemelerinin bile mâhkumlardan esirgemediği bu hakkı, laik – kemalist TC mahkemeleri sadistçe esirgeyebiliyordu.

     Seyyîd Abdulkadir, o koca adam, hayatı mücadele ile geçmiş o yürekli adam, mâhkemede adetâ yalvarıyor, diyor ki, “Allâh rızası için beni oğlumdan önce idam edin. Gözümün önünde oğlumun asılmasına dayanamam. Beni oğlumdan önce asın ki, oğlumun darağacına çekilişini görmeyeyim.”

     Fakat bütün bu rica ve yalvarmalara rağmen arzusu kabul edilmiyor. Ve oğlundan sonra idam edilerek, oğlunun ipte sallanmasına gözleriyle şahid oluyor.[46]

     Evet... Böyle bir vâhşetin, böyle bir sadizmin, tarihte ikinci bir örneği var mı?

     Seyyîd Abdulkadir’in son isteği “kendisinin oğlundan önce asılması” idi. Ama bunu faşist rejimin mâhkeme heyeti kabul etmeyip oğlu Seyyîd Mûhâmmed’i babası Seyyîd Abdulkadir’den önce astılar. Bu zûlümat gecesine ilişkin yürek burkan bir olay... İdam anındaki bir babanın bu son isteğini bile kabul etmeyen bir zihniyet, muhtemelen bu babaya evlât acısını zevkle izlettirmişti. Seyyîd Abdulkadir tam 74 yaşında, kendisine önce oğlunun ipte sallandırılışı seyrettirilip, asılan can kuzusu oğlundan sonra da kendisi hemen yanındaki darağacına çekilmişti.[47]

     Şark İstiklâl Mâhkemesi’ndeki zûlmü “Hatırât”ında anlatan Van eski milletvekili İbrahim Arvas, şöyle diyordu: “Müdde- i umumînin (savcının) birkaç cümle ile Şarklılar aleyhindeki zûlmü ile kin ve adavetini (düşmanlığını) gösterir misaller arz edeyim: ‘Ne kadar baba – oğul mâhkum varsa, evvelâ babanın gözü önünde oğlunu astırır, sonra babayı asardı. Bu hususta babanın feryâd ve figânları zerre kadar katı kalbine tesir etmezdi. Şark İstiklâl Mâhkemesi reis ve azalarının hepsi belalarını buldular. Ve her biri ayrı bir dert ve ıstırâba müptela oldu.”[48]

     Seyyîd Abdulkadir’in son sözleri şu oldu: “Zaten sizler yakma ve harab etme konusunda büyük bir şöhrete sahipsiniz. Burayı da Kerbelâ’ya çevirdiniz. İmam Hûseyn’i Kerbelâ’da katlettikleri gibi, siz de evlâd-ı Resûl’u (= Peygamber’in çocuklarını) Diyarbekir’de daraağacına asıp katlediyorsunuz. Fakat şunu biliniz ki, dehşet ve insafsızca sömürü ile şan ve şeref kazanılmaz.”[49]

     Daha sonra da Palulu Kör Abdullâh Sadî ve son olarak da Hoca Askerî idam edildiler.

     En son darağacına çekilip idam edilen Hoca Askerî, Kürt değil Türk idi.

     Aslen Mersin ili Silifke ilçesinden muhterem bir hoca olan Hoca Askerî, İstanbul’un tanınmış İslam âlimlerindendi. Seyyîd Abdulkadir‘in yakın arkadaşı ve can dostu olup O’nunla birlikte İstanbul’dan getirtilip Diyarbekir’de idam edilen Hoca Askerî, İstanbul’da, Aksaray’daki Valide Camiî ile Beşiktaş’taki Harbiye Camiî kürsülerinde vaizlik yapıyordu.[50]

     Hoca Askerî, bir Müslüman âlim olarak İslam’ın özündeki adalet ve haktan, mazlumdan yana olma ilkesini hem aklıyla hem de vicdanıyla içselleştirmiş örnek bir şahsiyetti. Yeni kurulan rejimin Müslüman Kürt halkına ve Kürdistan’a yönelik ırkçı – şovenist politikalarını tasvip etmiyordu.

     İstanbul’da – başta Seyyîd Abdulkadir olmak üzere – ulemâdan pekçok Kürt dostu vardı. Hayatı boyunca Kürdistan’a gitmemişti, Kürdistan topraklarını hiç görmemişti ancak “çağdaş Yezîdler”in katliâmlarla ve idam sehpalarıyla Kerbelâ’ya çevirdiği Kürdistan vatanı için atan altın gibi bir kalbi vardı.

     Bu büyük âlim, 1925 yılındaki Şeyh Said Kıyamı nedeniyle, ilk kez elleri kelepçelenerek ve idam edilmek üzere İstanbul’dan Diyarbekir’e götürüldü. O güne dek hiç görmediği Kürdistan coğrafyasına, darağacında sallandırılmak üzere götürüldü.

     Darağacına doğru yürürken “Yaşasın Kürdistan” diye haykırdı.

     Türk olan bir İslam âliminin Diyarbekir semâlarında yankılanan “Yaşasın Kürdistan”sedâsına karşılık, cellatlar ve zorbalar da “Yaşasın Cumhuriyet” diye bağırdılar.

     Hoca Askerî’nin boynuna yağlı kemend geçirildi. İdam edilmeden önce kendisine son isteği soruldu. O, tekrar ve daha güçlü bir sesle haykırdı: “Allâh-u Ekber! Yaşasın Kürdistan... Allâh-u Ekber! Yaşasın Kürdistan...”...[51]

     Şehâdetleri kutlu, mekânları cennet olsun.

     İdam mâhkumu bir babanın son arzusunu bile yerine getirmeyecek kadar sadist olan bir rejim, onları katlettikten sonra da iftira atmaya mı tenezzül etmeyecekti?

     Seyyîd Abdulkadir ve arkadaşları idam edildikten sonra, hemen ertesi günü Türk gazeteleri masabaşında hazırladıkları yalan ve iftiralarını sıralamaya başladılar. Ellerinde hiçbir belge ve kanıt olmadığı halde, Seyyîd Abdulkadir ve arkadaşlarını “İngiliz işbirlikçisi” diye suçluyorlardı. Kendileri oturdukları koltuklara bizzat İngilizler’in eliyle getirilmemişler gibi...

     İdamlardan iki gün sonra, 29 Mayıs günü Falih Rıfkı Bey, ırkçı – şoven devletin “yarı resmî yayın organı” durumundaki Hakimiyet-i Millîye adlı gazetede yazdığı yazıda, utanmadan aynı iftiraları sıraladıktan sonra, “Şeyh Said Ayaklanması acaba dînî bir hareket miydi yoksa millî bir hareket miydi, doğrusu biz de pek anlayamadık. Amaç İslam Devleti mi Kürt Devleti mi, tam belli olmuyor” diye yazıyor, sonra da “gerçeği kendisi keşfederek” (!) hezeyanlarını dökmeye başlayıp, “Demek ki Seyyîd Abdulkadir gibileri dînî ve millî duyguları kendi çıkarları için basamak olarak kullanıyorlardı” diyordu.[52]

     Öyle ya.... Sözkonusu Türkler ve Türklük olduğunda dîn ve millîyet asla biribirinden ayrılamaz! Ama sözkonusu Kürtler ve Kürtlük oldu mu bu ikisi mutlaka biribirinden ayrılmalıdır; ikisi birarada olmamalıdır...

     İşin garip tarafı da şu ki, 1925’teki Kemalistler’in bu zihniyeti, günümüzdeki İslamcılar’ın zihniyetine ne kadar da benziyor... İslamcılar da bugün aynı şekilde Kürtler’i dîn ve millîyet arasında tercih yapmaya zorlamıyorlar mı? İkisinin Kürtler’de birarada olması, onların da garibine gitmiyor mu?...

     Ama sözkonusu Türkler ve Türklük olunca dîn ve millîyet gayet güzel birarada olabilir; hatta olmalıdır...

sediyani@gmail.com

     (*): İbrahim Sediyani’nin Şura Yayınları arasında yeni çıkan 2 ciltlik ve 748 sayfalık“Bütün Yönleriyle Şeyh Said Kıyamı” adlı kitabından parça parça alınıp birleştirilerek iktibas edilmiştir. (UFKUMUZ)

 

 

[1] Şeyh Said ve beraberindeki mücahîdleri idam cezasına çarptıran Şark İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmed Süreyya Özgöveren’in yaşadığı bu olayları hatırâ olarak kaleme aldığı ve 1957 yılında Dünya Gazetesi’nde 90 gün boyunca yayınlanan dizi yazısından; aktaran İlhami Aras, Adım Şeyh Said, s. 117, İlke Yayınları, İstanbul 1994

[2] Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 45, Dosya No: 1, Fihrist: 9, 9 – 1

[3] Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 35, Dosya No: 2, Fihrist: 2 – 1

[4] Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivi, Klasör No: 35, Dosya No: 2, Fihrist: 11 – 2

[5] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt 1, s. 356, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1989

[6] Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, cilt 1 – 2, s. 261, İleri Kitabevi, İzmir 1995

[7] Cumhuriyet Gazetesi, 9 Haziran 1925

[8] Vakit Gazetesi, 25 Şubat 1925

[9] Tanin Gazetesi, 2 Mart 1925

[10] Vakit Gaztesi, 3 Mart 1925; Vatan Gazetesi, 4 Mart 1925

[11] Av. Muhammed Dara Akar – İbrahim Sediyani, Şeyh Said Sohbeti – 3, Fikri Amedî – Burhan Farqinî – İdris Fidâ, Ufkumuz, 1 Eylül 2012

[12] ags

[13] ags

[14] Hakan Kutlu, Şark İstiklâl Mâhkemesi’nde 1925 – 1927 Döneminde Takrir-i Sükûn Kanunu’nun Uygulanması, s. 126, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Doç. Dr. Sabit Duman, Malatya 2007

[15] age, s. 127

[16] Ahmet Süreyya Özgöveren, Seyh Said İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, Vesikalar, Olaylar, Hatıralar, s.48 – 49, Temel Yayınları, İstanbul 2002 / Behçet Cemal, Şeyh Said İsyanı, s. 106, Sel Yayınları, İstanbul 1955

[17] İbrahim Sediyani, Cumhuriyet Öncesi Kürt Cemiyetleri, Ufkumuz, 16 Temmuz 2012

[18] Ahmet Süreyya Özgöveren, Seyh Said İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, Vesikalar, Olaylar, Hatıralar, s.48 – 49, Temel Yayınları, İstanbul 2002 / Behçet Cemal, Şeyh Said İsyanı, s. 109, Sel Yayınları, İstanbul 1955

[19] age, s. 110

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar