- 16.05.2015 00:00
Daha önce kaleme aldığımız “Mârifet; Muhalif ya da Taraftar Olmak Değil, Erdemli Olmaktır” ve “Kazandıklarınızla, Kaybettiklerinizi Satın Alamayacaksınız” başlıklı iki makalemizde, “erdemli olmak” ilkesi üzerinde durmuş, her zaman ve zeminde, hangi şartlar altında ve nerede olursa olsun ilkeli davranmamız gerektiğini salık vermiştik.
Yaşadıkları toplumun fikir ve bilinç yükünü taşıyan, toplumun bir adım önünde olması gereken aydınlara, gazeteci, yazar, sanatçı, akademisyen, kanaat önderi konumunda olanlara yönelik kaleme aldığımız o iki makalede, siyasal alana yönelik ortaya konan tavırları “doğruluk / yanlışlık” kriterlerine vurarak, “erdemli tavırlar” ile “erdemsiz tavırlar” arasında kesin bir çizgi çizmeye çalışmıştık.
Bu makaledeki sohbetimizde ise, “erdemli tavırlar içindeki erdemsizlik” hallerini konuşacağız.
Bu nasıl olmaktadır? Erdemli tavırlar içinde nasıl olur da erdemsizlik halleri olabilir?Erdemli bir davranış, erdemsiz bir mânâ barındırabilir mi? Böyle birşey mümkün müdür? İyiliğin içinde kötülük saklı olabilir mi? Bunları konuşacağız...
Bir davranışı “doğru” ve “yanlış” diye ayırtedebilmek, fazlaca zor değildir. Örneğin; bir zûlme karşı çıkmak, yapılan bir haksızlığa itiraz etmek, zalim bir gücün karşısında durmak ve onun karşısına dikilmek, bütün bunlar “doğru” olan davranışlardır. Aynı zûlme sessiz kalmak, yapılan bir haksızlığa ses çıkarmamak, zalim bir gücün karşısına dikilmek bir yana onun yanında durmak, zalimlere sevgi beslemek, bunlar da “yanlış” tavırlardır.
Peki ama, her “doğru” davranış aynı zamanda “erdemli” bir davranış mıdır? Bir davranışın “erdemli” olarak taltif edimesi için lazım gelen yegâne kriter, “doğru” olması mıdır?
Hayır. “Erdemli davranış” dediğimiz hal, “doğru davranış”ın en üst mertebesidir, kemâle ermiş halidir. Doğruluk, erdemin sadece ilk koşuludur ama kendisi değildir. Tek başına doğruluk, erdem için yeterli değildir.
Siyasal alana yönelik sergilediğimiz ilkeli duruşun ve ortaya koyduğumuz doğru bir tavrın aynı zamanda “erdemli bir tavır” olarak kabul edilebilmesi için, şu iki kıstasla uyumlu olması gerekiyor: Zaman ve zemin.
Kendi ülkesindeki zûlümlere ve kendi zamanındaki zalimlere ses çıkarmayıp, üstüne bir de dolaylı ya da dolaysız destek verip, başka ülkelerdeki zûlümlere karşı sesini yükselten veya kendi ülkesindeki ve fakat geçmişte yaşamış ve artık hayatta olmayan zalimlere karşı diklenen insanların / camiaların bu tavırları “erdemli davranış” olarak değerlendirilebilir mi? Bunu “erdem” olarak nitelemek bir yana, “dürüstlük” olarak bile kabul etmek mümkün müdür?
Bu bilakis, korkaklığın ve sahtekârlığın tâ kendisi değil midir?
Yukarıda bahsettiğimiz bu davranış biçimi, Türkiye’deki İslamcı çevrelerin son 30 yıldır ortaya koydukları tipik davranış biçimidir. Öyle ki, bu sahtekârlık, “İslamcı kimlik”in karakteristik özelliği halini almıştır. Türkiye’de “İslamcı” olmanın temel özelliği haline gelmiştir / getirilmiştir bu sahtekârlık.
Bunu, 30 yıldır bu çevrelerin soluduğu havayı soluyan biri olarak, içim burkularak ve onların bu haline acıyarak söylüyorum.
En temel karakteristik özellikleri şudur: Karşı çıktıkları zûlümler ve diklendikleri zalimler, mutlaka ama mutlaka, ya başka ülkelerde yaşanan zûlümler ve yaşayan zalimlerdir, veyahut da, eğer kendi ülkelerinde ise mutlaka geçmişte yaşanmış zûlümler ve yaşamış zalimlerdir.
Bunun “garantisi” ise şudur: Kendilerine karşı diklendikleri zalimlerin gelip de onların tepesine binme ihtimali yoktur!
Dolayısıyla, çok rahat bir şekilde ve hiçbir risk almadan bağırıp çağırabilirler.
Türkiye’deki İslamcı çevrelerin son 30 yılda ortaya koydukları bütün eylemlere / gösterilere, İslamcı yazarların yazdığı bütün yazılara bakın, hepsini inceleyin, şunu rahatlıkla görürsünüz:“Zûlme karşı çıkarken ve zalimlere karşı diklenirken”, en temel karakteristik özellikleri şudur: Karşı çıktıkları zalimler, ya başka ülkelerde hüküm süren zalimlerdir, ya da geçmişte hüküm sürmüş zalimlerdir. Gündeme getirdikleri zûlümler, ya başka ülkelerde yaşanan zûlümlerdir, veyahut da geçmişte yaşanmış zûlümlerdir.
Son 30 yılda, 28 Şubat sürecindeki başörtü direnişi hariç, bir kez bile olsun, kendi ülkesindeki zûlümlere ve kendi zamanındaki zalimlere seslerini dahi çıkardıkları görülmemiştir. Kaldı ki, 28 Şubat sürecindeki başörtü zûlmünde bile sadece ilkeli birkaç küçük grup direniş göstermiş, İslamcı çevrelerin büyük çoğunluğu o zûlme karşı bile sessiz kalmayı tercih etmiştir.
Sadece başka ülkelerde yaşanan zûlümlere ve yaşayan zalimlere karşı diklenen, ancak kendi ülkesinde yaşanan zûlümlere ve yaşayan zalimlere seslerini dahi çıkarmayan İslamcılar, ses çıkarmak bir yana, zalim devlete dolaylı ya da dolaysız destek veriyorlar.
Filistin, Keşmir, Arakan, Doğu Türkistan vb. coğrafyalarda yaşanan zûlümlere karşı en şiddetli bir şekilde tepki gösterir, zalim İsrail, Hindistan, Myanmar ve Çin devletine karşı “korkusuzca” (!) diklenirler! Neden bu kadar cesaretlidirler? E çünkü İsrail, Hindistan, Myanmar ve Çin devletlerinin gelip onların tepesine binme ihtimali yoktur da ondan. İsrail askerinin veya Çin polisinin gelip onları Beyazıt Meydanı’nda joplama ihtimali var mı? Hindistan veya Myanmar polisinin gelip de onları Fatih’teki evlerinden alıp Yeni Delhi Emniyet Müdürlüğü’ne götürme durumu var mı? Yok. Öyleyse aslanlar gibi meydana in ve yiğitçe haykır, zalimleri telin et! Nasıl olsa hiçbir rizikosu yok...
Filistin, Arakan ve Doğu Türkistan coğrafyaları ve buralarda yaşayan Arap, Rohingya ve Uygur halkları sözkonusu olduğunda böyle “erdemli” tavırlar ortaya koyan ve kesinlikle “hak”tan ve “mazlum”dan yana bir duruş sergileyen iş bu İslamcı çevreler, onlarla aynı durumda ve aynı statüde olup aynı kaderi yaşayan Kürdistan coğrafyası ve Kürt halkı sözkonusu olduğunda ise, daha önceki davranışlarının tam tersi, yüzseksen derece farklı davranıp bu kez “zillet” çukuruna layık tavırlar ortaya koyuyor, kesinlikle “bâtıl”dan ve “zalim”den yana bir duruş sergiliyorlar.
Keşmir’de veya Doğu Türkistan’da devlet iki köye baskın düzenlesin, galeyana gelirler. Kürdistan’da ise devlet isterse bütün köyleri boşaltsın, yakıp yıksın, umurlarında dahi olmaz.Gündemlerine bile almazlar.
Filistin’de İsrail rejimi iki köyün ismini değiştirip İbranîce isim versin, veyahut da Batı Trakya’da Yunanistan devleti Türkçe eğitime engel çıkartsın, bu zûlmü telin etmek için ardı ardına gösteriler / eylemler yapar, peşisıra yazılar kaleme alırlar. Ancak Türk devletinin Kürtçe’yi yasaklaması, Kürtçe anadilde eğitim hakkının dahi olmaması, Kürdistan’da asimilasyon politikaları sonucu 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin yer isminin masa başında değiştirilmiş ve onlara Türkçe uyduruk isimler verilmiş olması, gündemlerine bile girmez.
Hatta, örneğin Çin’de resmî ve geçerli olan ismi “Sincan” olduğu halde, yanlarında o coğrafyayı bu şekilde andığınız takdirde hemen itiraz eder, nerdeyse sizi dövecek gibi olurlar:“Ne Sincan’ı kardeşim? Oranın ismi Doğu Türkistan!”... Oysa o coğrafyayla aynı durumdaki ve benzer kaderi yaşayan Kürdistan sözkonusu olduğunda ise, daha önceki tavırlarının yüzseksen derece tersini yaparlar. Yanlarında “Kürdistan” dediğinizde hemen itiraz eder, nerdeyse sizi dövecek gibi olurlar: “Ne Kürdistan’ı kardeşim? Orası Güneydoğu!”...
Kendi zamanındaki zûlümlere karşı çıkarken, sadece ve sadece başka ülkelerdeki zûlümlere karşı çıkan bu çevreler, kendi ülkelerindeki zûlümler sözkonusu olduğunda ise,sadece ve sadece geçmişte yaşanmış olan zûlümlere karşı çıkarlar. Yalnızca ölmüş, hayatta olmayan zalimlere karşı diklenirler.
1938 Dersim Katliâmı’nı rahatlıkla dillerine dolar, bu zûlme karşı çıkar, Tek Parti rejimine karşı aslanlar gibi diklenirler! Neden? E çünkü Atatürk ve İnönü’nün mezardan çıkıp onların tepesine binme durumu yoktur da ondan.
Ama Roboskî Katliâmı için seslerini çıkarmazlar. Çıkarmazlar, çünkü o katliâmı yapanlar hâlâ iktidarda.
12 Eylül Askerî Darbesi’ni şiddetle telin eder, Kenan Evren’e demediklerini bırakmazlar. Hatta Evren’e öyle küfürler savururlar ki, emin olun Evren çocukken mahalledeki arkadaşlarından bile böyle küfürler işitmemiştir. Bu derece cesaretli, bu derece yiğit ve cengâverdirler yani, anlayacağınız! Peki neden? E çünkü Evren “öbür taraf”a gitti, “bu taraf”ta değil ki tepelerine binsin. Öyleyse yiğitçe söyle lafını, zalimleri telin et! Nasıl olsa hiçbir rizikosu yok netekim...
Ama ülkeyi bir “polis devleti”ne doğru götüren iktidara, “Kırmızı Kitap”a karşı seslerini çıkarmazlar. Çünkü “Kırmızı Kitap”ın yazarları halen hayatta ve iktidardalar.
Devrik İran şâhı Rıza Pehlevî’nin görkemli sarayına demediklerini bırakmazlar. Ama 1000 odalı AK Saray’a seslerini çıkarmazlar. E çünkü o sarayın sahibi halen hayatta ve iktidarda. Meydanlarda Qûr’ân-ı Kerîm sallayıp halkı tehdit edecek kadar da sağlıklı üstelik. Sıkıysa seslerini çıkarsınlar...
“Erdem içinde erdemsizlik” dediğimiz hal, işte budur kardeşlerim.
Elbette ki, dünyanın neresinde ve hangi zaman diliminde yaşanmış olursa olsun, bir zûlme karşı çıkmak, o zûlmü yapan zalimleri telin etmek, güzel bir davranıştır.
Anadolu’da ve Kürdistan’da işlenen zûlümlere izzetlice karşı çıkan, bu zûlümleri yapan zalimlere karşı çıkan “Türkiyeli” insanların / aydınların / yazarların / camiaların / çevrelerin, başka ülkelerdeki zûlümlere ve zalimlere de aynı şekilde karşı çıkması, itiraz sesini yükseltmesi, elbette ki “erdemli bir tavır”dır ve bu davranış, “duyarlılık” olarak vasıflandırılır.
Velâkin Anadolu’da ve Kürdistan’da işlenen zûlümlere karşı seslerini dahi çıkarmayan, bu zûlümleri yapan zalimlere üstüne bir de destek veren “Türkiyeli” insanların / aydınların / yazarların / camiaların / çevrelerin, başka ülkelerdeki zûlümlere ve zalimlere şiddetli bir şekilde karşı çıkması, çıkıp itiraz sesini yükseltmesi, “erdemli bir tavır” olarak nitelenebilir mi? Gözünün önündeki haksızlığı görmeyen, duymayan kimselerin dünyanın öbür ucundaki hadiseler için bağırıp çağırması “duyarlılık” olarak vasıflandırılamaz. Aksine, bunun ismi ancak ve ancak “ikiyüzlülük” olabilir, “sahtekârlık” olabilir. Çok açık bir şekilde,“münafıklık” âlâmetidir bu tavır.
Aynı şekilde, kendi yaşadığı dönemde işlenen zûlümlere izzetlice karşı çıkan, bu zûlümleri yapan zalimlere karşı çıkan “Türkiyeli” insanların / aydınların / yazarların / camiaların / çevrelerin, geçmiş zamanda işlenmiş olan zûlümlere ve yaşamış olan zalimlere de aynı şekilde karşı çıkması, itiraz sesini yükseltmesi, elbette ki “erdemli bir tavır”dır ve bu davranış,“bilinç” olarak vasıflandırılır.
Velâkin kendi yaşadığı dönemde işlenen zûlümlere karşı seslerini dahi çıkarmayan, bu zûlümleri yapan zalimlere üstüne bir de destek veren “Türkiyeli” insanların / aydınların / yazarların / camiaların / çevrelerin, geçmiş zamanda işlenmiş olan zûlümlere ve yaşamış olan zalimlere şiddetli bir şekilde karşı çıkması, çıkıp itiraz sesini yükseltmesi, “erdemli bir tavır”olarak nitelenebilir mi? Halihazırda yaşayan ve hükmeden zalimlere karşı gık’ını çıkarmayan kimselerin geçmişte yaşamış, eskiden hükmetmiş ama çoktan nalları dikip âhirete göçmüş olan zalimlere karşı diklenmesi “bilinç” olarak vasıflandırılamaz. Aksine, bunun ismi ancak ve ancak “ikiyüzlülük” olabilir, “sahtekârlık” olabilir. Çok açık bir şekilde, “münafıklık”âlâmetidir bu tavır.
Sadece ölmüş zalimlere veya başka coğrafyalarda hüküm süren zalimlere diklenmek, “erdem” değildir.
Mârifet; başka coğrafyalardaki değil, kendi topraklarındaki zalimlere diklenmektir. Ölmüş değil, yaşayan ve hükmeden zalimlere laf etmektir.
Zûlme karşı çıkmak ve zalimlere diklenmek, “erdem”dir, ancak sadece başka ülkelerdeki zûlümlere karşı çıkmak ya da sadece ölmüş olan zalimlere diklenmek, “erdem içinde erdemsizlik”tir. Zirâ görüntü olarak iyi bir davranış ortaya konmakta ancak muhtevâsında bariz bir sahtekârlık ve münafıklık gizlidir. Görünüşü “erdem” olsa da, hakikatte“erdemsizlik”tir o. Ancak şöyle ki, “erdem” içine saklanmış bir “erdemsizlik”tir. İşte bu yüzden “münafıklık”tır.
Sadece başka topraklarda yaşanan zûlümlere karşı çıkmak “zemin aşımına uğrayan erdemli tavır” iken, sadece geçmişte yaşanmış zûlümlere karşı çıkmak da “zaman aşımına uğrayan erdemli tavır”dır. Neticede her iki münafık davranış biçimi de “erdem içinde erdemsizlik” barındırır.
Allâh-û Teâlâ Qûrân-ı Kerîm’de “Münafıklar ateşin en alt tabakasındandırlar” (Nisa, 145) buyurduğu halde, bu “münafıklık”, Türkiye’deki İslamcı çevrelerin en başta gelen temel karakteristik özelliğidir.
Son 30 yıl boyunca, sadece ama sadece başka ülkelerdeki, dünyanın öbür ucundaki zûlümler için bağırıp çağıran ve onlara inanmış olan samimî Müslüman gençliğin bütün enerjisini beyhude, boş, amaçsız, ütopik söylemler için harcatıp tüketen, bu 30 yıl boyunca sahih İslamî mücadeleye tam 2 nesil kaybettiren İslamcı camiaların bugün itibariyle içine düştükleri çukur, tevhidî çizgiden sapıp muhafazakârlaşması, akidevî yozlaşma ve çürüme, zaten herkesin mâlumu.
Samimî ve dinamik Müslüman gençlerimizi dünyanın öbür ucundaki, pasaportsuz ve vizesiz gidemeyecekleri, pasaport çıkartıp vize alsalar bile oralara gidecek uçak paraları olmayan, hadi bilet de aldılar ve gittiler diyelim, o topraklarda kimsenin onları tanımadığı coğrafyaları “kurtarmak” gibi ütopik, beyhude ve hayâl ürünü, tamamen fantastik hedefler peşinden koşturan İslamcı camialar, tam 2 nesil kaybettirdiler sahih İslamî harekete.
Tevhidî mücadelenin, sahih İslamî hareketin pırıl pırıl gençlerinin, Müslüman gençliğimizin bütün enerjisini böyle fantastik, ütopik ve beyhude çabalara kurban ettiler.
Haritada yerlerini dahi bilmedikleri uzak coğrafyaları Cüneyt Arkın gibi kurtaracağına inandırılan, vizesiz ve pasaportsuz gidemeyecekleri ülkeleri Süpermen gibi kurtaracağına inandırılan gençlerimizi fantastik ve beyhude çabalar peşinde koşturup kendi tatminsizliğine, komplekslerine ve kapı komşuları tarafından bile adam yerine konulmamış, bütün hayatları başarısızlık ile geçen kendi egolarına kurban ettiler. İslamî harekete ve Tevhidî mücadeleye tam 2 nesil kaybettirdiler. Şimdi ise iktidarın kapıkulu olmuş, kemik yalıyorlar.
Biz Müslümanlar, hangi şart ve durumda olursa olsun, hangi zamanda ve hangi coğrafyada bulunursak bulunalım, adaletle hüküm vermek ve olaylara adil bir şekilde yaklaşmakla mükellef değil miyiz?
Zira bir fiil eğer bir yerde çirkinse, o fiil başka bir yerde güzel olarak addedilemez; ırkçılık ve şovenizm, mezhepçilik, cinayet, zulüm, sömürü ve baskı, hırsızlık, rüşvet, saraylar, çevre katliâmı eğer bir coğrafyada kınanıyor ve mâhkum ediliyorsa, aynı ırkçılık ve şovenizm, mezhepçilik, cinayet, zulüm, sömürü ve baskı, hırsızlık, rüşvet, saraylar ve çevre katliâmı yaşadığımız coğrafyada olduğunda da aynı şekilde kınanmalı ve mahkum edilmelidir. Farklı coğrafyalarda cereyan eden ve fakat mahiyet olarak aynı olan olaylar karşısında aynı ve eşit tepkiyi ortaya koyamıyorsak, adil ve tutarlı olduğumuzu iddiâ edebilir miyiz?
Farklı zaman ve mekânlarda, farklı coğrafyalarda cereyan eden hadiseler karşısında biribiriyle çelişik tutumlar içine girmek, iki ayrı coğrafyada cereyan eden ve fakat mâhiyet olarak aynı olay iki olaya karşı farklı ve biribirini inkâr eden tepkimelerde bulunmak, adalet terazisini dengede tutmamak, o coğrafyanın ve toplulukların kimliğine, etnik – dînî kökenlerine bakarak yanlı hükümler vermek ne derece erdemli ve İslamî bir davranıştır?
Oysa Allâh Tebareke we Teâlâ’nın bizden istediği, hangi şart ve zamanda olursa olsun, dünyanın neresinde ve hangi hususta olursa olsun, her zaman için âdil olmak, adaletle hüküm vermek değil midir?
Eğer bir kavmin / topluluğun inkârı, sindirilmesi, evlatlarının öldürülmesi, ekinlerinin ve birikimlerinin sömürülmesi, konuştukları dilin yasaklanması veya tüzel kimlikten soyutlanması, kurdukları ve yüzyıllarca, binyıllarca, nesiller boyu üzerinde yaşadıkları yerleşim birimlerinin, köylerinin ve kentlerinin isimlerinin zorla değiştirilmesi, o coğrafyanın tarihinin ve edebiyâtının inkâr edilmesi bir “zûlüm” ise, bu bakış açısı, dünya üzerindeki bütün coğrafyalar ve halklar için aynı olmalı değil midir?
Bu nasıl bir anlayıştır ki, herhangi bir coğrafyadaki bütün hak ve özgürlük taleplerine koşulsuz ve tereddütsüz destek verirken, başka bir coğrafyadaki aynı hak ve taleplerin karşısına da ilk başta biz dikiliyoruz? Bu nasıl bir davranış biçimidir ki, yeryüzündeki bir toprak parçasında en ateşli “özgürlükçü” kimliğe bürünürken, başka bir toprak parçasında en katı “yasakçı” durumuna düşebiliyoruz?
Halbuki Qadir-i Mutlaq olan Allâh Tebareke we Teâlâ, toplumlar ve kavimler arasında hüküm verirken de, tıpkı bireyler arasında hüküm verirken olduğu gibi adaletle hükmetmemizi emretmekte, dilemektedir.
“Ey imân edenler! Âdil şâhidler olarak, Allâh için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allâh’tan korkup sakının. Şüphesiz Allâh, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Mâide, 8)
Hem ilâhî hem de insanî olan tavır budur.
sediyani@gmail.com
Yorum Yap