- 29.11.2013 00:00
Devletin, bireyin özgürlüklerine karşı temel bir tehdit unsuru olduğu öteden beri değişmez bir gerçektir.
Bu yüzden, bireyin/vatandaşın, kendi özgürlüğü için tehlike sayılan devlete karşı korunması, hele ki ‘insan’ın en kutsal varlık olduğu bir çağda esastır.
Peki, bu nasıl olacak derseniz, cevabı da çok basittir.
Bir siyasi otorite, devlet/hükümet, aynı anda birden çok güce sahip olursa, vatandaşın özgürlüğü tehlikededir demektir.
Bunu engellemek için ise hem güçler ayrılmalı, hem de kendi kendilerini sınırlandırmalıdır.
İşte bu durum, yani halkın iktidarlara tabi olmaktan çıkıp, iktidarı kontrol etmeye başlaması durumu, belli bir bütünlük içerisinde Montesquieu’nün, Kuvvetler Ayrılığı İlkesi ile somutlaşmıştır.
Kuvvetler Ayrılığı İlkesi, siyasî iktidarın işleyiş bakımından denetim altına alınması demektir.
Montesquieu, vatandaşı devlete karşı korumak için kuvvetleri birbirinden ayırırken; yasama, yürütme ve yargı gücünün birbirinden ayrı olmaması durumunda ise özgürlüğün var olmayaca-ğını söyler.
Montesquieu’nun 18’inci yüzyılın ortalarında hayat bulan bu görüşleri öylesine esin kaynağı olmuştur ki 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 16’ncı maddesi, Kuvvetler Ayrılığı’nın anayasal devlet için zorunlu bir unsur olduğunu belirtmiştir.
Böylece anayasalar, ‘kuvvetleri kullanacak organları ve bunların işlev¬lerini ortaya koyan yazılı bir belge’ye dönüşmüştür. Yönetilenler de yönetenlerin sınırlarını bu belge (anayasa) ile tespit etmekte ve yönetenleri kontrol imkânına sahip olmaktadır.
Bundan 250 sene evvel, ‘özgürlüğün ancak iktidarın sınırlanması ile mümkün olacağını’ söyleyen;
İktidarı sınırlayarak gücün tek elde toplan¬masını engellemek için Kuvvetler Ayrılığı prensibini getiren;
Güçleri birbirinin karşısına koyarak dengeyi sağlamak, sınırsız güç arzusuna engel olmak isteyen Montesquieu’yu anmamızın nedeni; 30 yıldır darbe anayasasıyla yönetilen bu ülkeye ‘yeni anayasa’ sözü veren iktidarın Anayasa Komisyonu’nun, ülkenin hem iki yılını, hem de üç trilyonunu yiyerek dağılması değil…
Uzun bir zamandır çeşitli vesilelerle zaten gündemde olan yargının siyasallaşması meselesinin ayyuka çıkması…
Utanmaya, sıkılmaya, saklamaya ihtiyaç duymadan pervasızca bir de bu yolla hukukun çiğnenmesi…
Hatta bu konuda zirveye ulaşılması…
Konuyu biliyorsunuz…
MİT, Taraf Gazetesi yazarları ve yöneticileri ile Prof. Dr. Mehmet Altan'ı sahte isimlerle dinledi.
Hadi diyelim MİT’in işsiz zamanına denk geldi, kamuya açık bu insanları takma isim ve abuk sabuk gerekçelerle uzunca bir süre dinledi…
Hadi diyelim ‘yedirtmemeye’ yeminli başbakan bu saçmalığa soruşturma izni vermedi…
MİT’in, ‘sahte isimlerle mahkemeleri kandırarak değil, hâkimleri koordine ederek dinledik’ demesini ne yapacağız?
‘Kanunların Ruhu’ adlı eserini yazmasından 250 yıl sonra Montesquieu’yu hasretle anıyoruz çünkü bırakın diğer hukuksuzluk içeren rezillikleri, yürütme organı artık yargıyla ortaklığını saklamaya bile gerek duymuyor…
Montesquieu, devlet yapılanmasında yasayı yapan, uygulayan ve uygulamadan ortaya çıkan uyuşmazlıkları çözen güçleri ayrıma tabi tutarak özgürlükleri teminat altına almayı düşünmüştü… Hatta Osmanlı İmparatorluğu’nu üç erki birlikte kullandığı için despot yönetimlere örnek göstermişti.
Yıl 2013, ne değişti?
http://www.gazete360.com/Yazarlar/murat-cetin/ayrilamayan-kuvvetlerin-ulkesi-turkiye/1635
Yorum Yap