- 9.09.2022 07:19
Türkiye’de çok ilginç, sürpriz, dönüştürücü bir şey pek nadir gerçekleşiyor. Gezi gibi, Adalet Yürüyüşü gibi… Bundan 50-60 yıl öncesinin TBMM tutanaklarını, siyasetçilerin ne üzerine ve hangi üslupla konuştuğuna bakın, fazlasıyla tanıdık gelecektir. Türkiye’de bazı sorun ve tartışmalar, tartışanların tercih ettiği sözcükler dahil, zamanın donup kaldığı hissi yaşatır insana. Bir gün, sanki farklı bir şey olacakmış gibi görünse de kısa sürede başlanan yerden daha geriye gitmek ihtimal dahilinde. Çözüm süreci gibi, örneğin. Bundan sekiz-on yıl önceki atmosferi, iktidarın ve medyanın HDP’lilerle diyaloğunu ve konuşulanları hatırlayalım. Hiç yaşanmamış gibi. Süreci başlatanlar, hiç başlatmamış gibi. Rol alan iktidar mensupları, hiç almamış gibi. Dolmabahçe’deki o toplantı, hiç yapılmamış gibi.
Bir pazartesi günüydü sanırım, Boğaziçi’nde öğrenciler teneffüs haklarından fedakârlık yapıp dersi biraz erken bitirmemi talep etti, nedenini sorduğumda, ‘cumhurbaşkanı adayı’ Selahattin Demirtaş’ın kampüse geleceğini söylediler. Sınıfta 100’ün üzerinde öğrenci vardı, her görüşten, hemen hepsi Demirtaş dinlemeye gitti. Başka bir çağdan söz ediyorum sanki. Şimdi o Boğaziçi’nin haline, yapılanlara bakın, akıl almaz işler oluyor, neredeyse kapı tokmağına soruşturma açılıyor.
Son günlerdeki tartışmayı işitmeyen yoktur. Bir CHP’li, bir TV programında, olası iktidar değişikliğinde HDP’ye bakanlık verilip verilmeyeceğine ilişkin soru yöneltilince, HDP’nin parlamentodaki partilerden biri olduğunu ve diğerleri gibi onların da bakan olabileceğini söylemiş. Bunun üzerine İYİP’li kimi vekiller tepki gösterdi. O vekillerden biri, İçişleri bakanının İYİP şubesi, daha önce de HDP’lilerin isimlerinin onlara layık olmadığını, Selahattin, Sırrı, Fatma, Emine gibi isimleri HDP’lilere ‘çok gördüğünü’ açıklamıştı. Bu vekile, burası Türkiye olduğu için yeteri kadar tepki gösterilmemiş, muhtemelen ülkenin ‘aydınlık yüzüne’ halel gelsin istenmemişti. Nitekim o esnada bir MHP’li vekil de, HDP’lilerin ‘kâmilen itlaf edilmesi’ gerektiğini ilan ediyordu. Yeri gelmişken, ABD, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde ırkçılık olması fena bir şey, bizde yok neyse ki.
Çok mu sürpriz bu ifadeler, olur mu hiç, gidelim 12 Mart 1971 sonrası günlere, ilk kapatılan partilerden biri TİP’ti. Sosyalistlikten filan değil, bir kongresinde, mealen “Türkiye’de Kürtler de yaşıyor ve bazı sorunlar var” dendiği için, aceleyle dava açıldı ve iki ayı bulmadan kapatıldı parti. Rekor sürede, büyük telaşla. Sonrakilerin başına da aynı şey geldi.
Ne ki şu Kürt sorunu, hiç anlamıyorum, ne ister Kürtler? Konu ‘feodal kalıntılar’ değil miydi? Yeteri kadar yatırım yapılsa? E Özal, Kürt değil mi? Sizin Kürt arkadaşınız yok mu?
Kürt sorunu başlığı altında günlerce yazılıp çizilebilir, ama konunun tarihini bilip bilmemek bir yana, bazı ufak tefek gözlemler de sorunun ‘aslında’ ne olduğunun anlaşılmasına yardım eder. Yukarıda hatırlattığım örnekler bunun içindi. Birkaç yıl devam eden bir çözüm süreci hiç yaşanmamış gibi yapılabiliyor. Ya da biri çıkıp olanca münasebetsizliğiyle, ülkedeki bir kesim yurttaşa onların ismini layık görmediğini söyleyebiliyor. Mesele bu. Hak ve özgürlükler düzeni, hukuk uygulamaları vs. eninde sonunda bir düşünceyi, siyasi kararı izler; Türkiye’de mahkemelerin tanık olduğumuz şu kararları verebilmesinin nedeni ‘yasa’ değil, söz konusu milletvekili ve muadili bıyıklıların zihniyeti, o zihniyetin gördüğü açık ya da zımni kabul.
Bölük pörçük yazıyorum, farkındayım, aynı şekilde devam edecek, böyle bir yazı bugünkü.
Çözüm sürecinin sona ermesine yakın, şöyle bir şey yaşamıştık Mülkiye’de. Yanlış hatırlamıyorsam vize sınavının telafisi yoktu, öğrenci girmediğinde epeyce sorun yaşıyordu. Belli aralıklarla, ortada fol ve yumurta da yokken, bazı Kürt/HDP’li öğrenciler kampüs çıkışı ya da yakın bir yerlerde gözaltına alınıp birkaç gün sonra serbest bırakılıyormuş, bir zaman sonra öğrendim. Meğer vize haftalarına özgü bir uygulamaymış bu. Böylece, bir-iki vizeye girmeleri engelleniyordu! Anlayacağınız birileri onlara ‘vize’ sınavını çok görüyordu. Aman canım bu Kürtler de ne istiyor böyle? Ah, bak gördünüz mü, kimlikçilik yaptım yine, hay Allah…
Çözüm sürecinin, bir başka söyleyişle ‘birilerinin içinde çözüm sözcüğü geçen bir dönem başlatmasının’ değerini biliyor, ancak umutlanmıyordum o günlerde. Hayır, yalnızca siyasal İslamcılara yönelik güvensizlikten değil. Aksine, bir sorun hiç umulmadık ittifaklarla da çözülebilir. Örneğin, İspanya’da Franco’nun ölümü ardından başlayan yeni anayasa-idari dönüşüm aşamasının mimarlarından başbakan Suarez, eski rejimin has adamlarındandı ve başbakanlığında sosyalist Gonzales’le işbirliği yaparak ülkeyi düze çıkardılar. Çünkü düze çıkarmayı istiyorlardı, mesele bu. Bizdeki süreçteyse, her şeyi kontrol etmek isteyen, daha doğrusu malum ihale düzeninde başka bir şansı olmayan bir iktidarın, çözümü yerelin güçlenmesinde olan bir sorunun üstesinden gelme ihtimalinin bulunmadığı kanısındaydım.
Her neyse, konu bu değil… Sonunda iyi bir şey başlamıştı ve hiç yoktan iyiydi. Süreç devam ederken, okul bahçesinde sohbet ettiğim bir Kürt öğrenciye, tartışmanın hararetiyle olsa gerek, “Yahu sen/siz, şimdi bu iktidarın işin sonunu getireceğine inanıyor musun hakikaten” diye sorunca, öğrencim beni gayet güzel kendime getirmişti: “Vallahi hocam çocuk değiliz, pek inandığımız yok da, bizim şehirde bir-iki yıldır silah patlamıyor, biraz gün yüzü gördük.” Kürt sorunu nedir? İşte bak, o öğrencinin söylediğidir, kim ister huzursuz bir hayat, öyle tepeden konuşmakla olmuyor demek ki. Hele ki müteahhit kılıklı bıyıklıların hezeyanlarıyla, hiç olmuyor.
HDP eninde sonunda bir siyasi parti. Diğerleri kadar yasal, meşru ve TBMM’de. Milyonlarca oy aldı, alıyor. Oy verenler Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, vergi veriyor. Partiler, temsil ettiklerinden ayrı düşünülmez. Haklarında yapılan hiçbir yorum, partilerin kalabalıkça bir kesim yurttaşı temsil ettiği, o insanların/yurttaşın ‘tercihi’ olduğunu gerçeğini değiştirmiyor. HDP de, diğer partiler gibi, bir binadan, çeşitli parti görevlerinden, il ve ilçe teşkilatlarından ibaret değil.
Hiç kimse bir diğeriyle ittifak kurmak, masaya oturmak ya da o partinin siyasetini benimsemek zorunda değil kuşkusuz. Adı üzerinde, siyaset, sonu olmayacak bir mücadele alanı. Hâlihazırdaki ittifaklar da daha ziyade seçime (ve belki seçim sonrası muhtemel sistem değişikliğine) yönelik zorunlu birliktelikler ve elbette günü gelince herkes kendi yoluna gidecek, olması gereken de bu, Katolik nikahından söz etmiyoruz. Ayrıca, şu sıralar olup bitenin, restleşmelerin bir kısmının gerekçesi ideolojik saiklerse, birazı da seçim geriliminden kaynaklanıyor. “Aman, kararsız seçmeni kaçırmayalım” kaygısından. Bunların tümü tahmin edilebilir.
Buna mukabil, eğer milyonlarca oy alan bir partiden söz ediyorsak, onunla masaya oturma ihtimali olabildiğince keskin bir üslupla dışlanırken, o partinin bina ve yöneticilerinden ibaret görülemeyeceği, milyonların tercihi olduğu gerçeği unutulmamalı. “HDP ile selamlaşmam” diyen biri, “Yaklaşık yedi milyon yurttaş, onların talep ve özlemleri, tercihleri umurumda değil” demiş oluyor. Bu durum olağan görünüyor mu? İkinci bir ihtimalse, o milyonların HDP tarafından kandırıldığını varsaymak. Doğrusu, fazlaca Kenan Evren tarzı olur bu. Malum, Evren ve şürekası için masum-saf işçi, köylü ve memurlarımız, ‘sapkın’ ideolojileri benimsemiş parti, örgüt ve sendikalar tarafından kandırılıp kötü yola düşürülmüştür!
HDP’liler ‘o akşam’ TV’de okutulan Öcalan mektubunu dikkate alıp sandığa gitmeseydi büyük şehirler kazanılamazdı, HDP’liler “Başkan yaptırmayacağız” demese hiçbiri cezaevinde olmazdı (hatta belki bakan olmuşlardı!), HDP muhtemel adaya destek vermezse önümüzdeki seçim de kazanılamaz, vesaire, vesaire… Hepsi doğru. Buna mukabil ‘HDP’nin oyuna muhtaçlar’ vs. gibi bir tartışmayı buraya taşımak istemiyorum, ayıp buluyorum. ‘Kelleden’ değil, insandan, yurttaştan söz ediyoruz. Velev ki iki ittifak da HDP’nin oyuna gereksinim duymasaydı, bu durumda milyonlarca yurttaşın tercihini yok saymak normal mi kabul edilecekti?
HDP seçmeni HDP’ye zimmetli değil, doğru. Peki İYİP ya da bir diğer partinin seçmeni? Seçmen insandır, yurttaştır, önüne sandık konulduğunda oy veren ve başkaca derdi tasası olmayan bir mahluk değil. Siyasetçiler partilerden söz ederken, onları tercih eden yurttaş kesimlerine, ülkenin ve insanın geleceğine ilişkin bir şey söylüyor. Her konuşanın, bu sorumluluğu hissederek davranmasında yarar var.
Bir de, tüm muhalif siyasetçilere, ülke ve yaşamı kendi dünyalarından ibaret görmemeleri gerektiğini, yoksulluk ve lümpenlikle boğuşan milyonlarca yurttaşın canının burnunda olduğunu, hiç kimsenin bir diğerinin afra tafrasını çekecek hali kalmadığını, bıkıp usanmadan hatırlatmak gerekiyor, belli ki. Onların baktığı zaviyeden, halimiz yeteri kadar açık görünmüyor olabilir.
Yazı önerisi: Tarihçi Ali Yaycıoğlu’nun, ’26-30 Ağustos ve Türk Devrimi Analizi’ başlıklı yazısı.
Yorum Yap