- 19.12.2011 00:00
Bir önceki yazımda, halkın bağrından kopup gelen subayların, bu niteliklerine rağmen, neden içinden çıktıkları kitlelerin çıkarlarına ters ve demokratik olmayan siyasal yapılara meyyâl olduklarının esrarını sorgulamış ve biri çıkıp anlatsın bunu bana, demiştim ki; aslında bütün bunları bir bir sıralamanın peşindeyken, Militarist Modernleşme diye bir kitap yazan Murat Belge, ne varsa her şeyi kalkıp bir çırpıda anlatıvermişti.
Beranger, ne denli katıldığını vurgulamak üzere, Montaigne için “amma da çok şey çalmış benden” der, onu okuyunca. Sıkılmasam, ben de öyle diyeceğim ya, Allah’tan dövünmemi yersiz kılacak değerde bir profesör var karşımda da, susuyorum. Çünkü, söyleyecek pek bir şey bırakmamış, neredeyse geriye; ne lâzımsa anlatmış.
İlgi alanıma giren ve hazzı nedeniyle hiç bitmesini istemeyeceğim türden, şu kadar milyon ilmek atılmış “uşak halısı” gibi kitabının, henüz ortalarındayım daha. Ama bu yazıyı, sanki önümden kapacaklarmış duygusuyla, erken erken yazayım istedim, ne hikmetse.
Sayın Murat Belge’nin izlerinden gidersem, onun da önem verdiği Fernand Braudel’in, özellikleAkdeniz’iyle ve bunun küresel ölçekteki versiyonu olan Maddi Uygarlık’ıyla, sanırım 2000’ler öncesinde tanışmış ve bir hayli etkilenerek, tarihe artık bir başka türlü bakmanın sanki yolunu da bulmuş gibiydim. Geçmişe yolculuğun Alis Harikalar Diyarında’ki gibi tadını, o vesileyle almış olmak da cabasıydı.
Fakat Barrington Moore’un Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri’ni okumak, beş-altı yıl öncesine ait bir şeydir, benim için.
İşte şimdi, onlara benzer “müthiş kitaplar”dan birini yazmış olmak onuru, Değerli Hoca’nın kırk yıllık tasarımına ve on yılı aşkın süren emeğine yakışmış görünüyor.
17. yüzyıldaki İngiliz burjuvazisinin başlattığı, “haklar yasası” ile simgelenebilecek “kendiliğinden devrim”in... Anayurt Britanya’ya karşı “bağımsızlık savaşı” veren 18. yüzyıldaki Amerikan püriten ruhun (ki bu sürece, Köleci Güney’in tasfiyesini mümkün kılan 19. yy. “iç savaşı”nı da katmak gerekir)... Ve Fransız burjuvazisinin, baldırı çıplaklar ve köylülerle koalisyona girerek, aristokrasiyi yok ettikleri “1789 devrimi”nin... Hülâsa, yeryüzündeki modernleşmeyi başlatan bu baba toplumların ortak paydası, o süreçleri üstlenen iç dinamiklerinin asla “ordular” olmadığıdır.
Zira, “modernleşme sürecini başlatan ve sırtlanan gücün ordu olması, bunu sorunlu bir süreç haline getiriyor. Kullanılan yöntem ya da araçlar, kendi doğalarına uygun sonuçlar verirler. Doğalarında olmayan sonuçları vermezler. O nedenle de, orduların üretecek oldukları militarist ideolojiler, asla demokratik olamazlar.”
Toplumların yapısal dokularının tarihsel olarak bilincine bu tarzda varamazsanız, işte o zaman kalkar, meselâ “Atatürk diktatör müydü, değil miydi” gibi, abuk sabuk lâflar edersiniz.
Ulus-devlet süreçlerindeki kuruculuk işlevlerinin, ordunun üstüne kalmış olması, o toplum hesabına hiç de sevinilecek ve övünülecek bir şey olmasa gerektir. Gelişmelerine İngiltere, Amerika, Fransa gibi“organik” aşamalar yerine, “güdümle” de varabileceklerini zanneden, örneğin bizim gibi ülkeler,“bu misyonu ordunun elinden almadıkça”, kesinlikle demokrasiye ulaşamayacaklardır.
Nedeni çok basit; modernleşmeyi üstlendiği sanılan ordular, “toplumsala özgü” olan hususları da, kaçınılmaz olarak “askerîleştirecek” şekilde merkeze alacakları için, “militarist ideoloji”yi hâkim kılmak isteyeceklerdir. Çünkü militarist ideoloji, ideal bir yapı ve hayat tarzı olarak, tüm toplum için iyi bir şeydir. Askerliğin ve savaşın kurallar bütünü ve işleyişi, beğenilesi bir model olarak, başka yöntem ve usullere gerek duyulmaksızın, şu başıbozuk sivil topluma da uygulansa, disiplinli ve düzenli bir hayat adına, kimbilir ne muhteşem olacaktır.
Askerliğin dışında kalanların da askerleştirilmesi, zaten sivilleri kendilerinden aşağıda görmelerinin tabii bir sonucudur. Hâttâ toplumdaki seçkinler dahi, eğer sivil orijinliyseler, küçümsenir ve ahlâksız bulunurlar. Ele geçirmiş oldukları olanakları hak etmeyen bir güruhtan sayılırlar.
Böyle bir sistemin hayranı siviller ise, her zaman bolca rastlanacak sayıdadırlar. Nitekim bir süre öncesine kadar, örneğin MGK toplantılarına katılan sivil siyasetçilerle generallerin mukayesesinde, topluma hâkim olan imaj; koltuklarının altındaki derli toplu dosyalarla askerlerin ne denli hazırlıklı olduklarına imrenme izlenimlerine karşılık, âdetâ dersine adam gibi çalışmamış tembel bir öğrencinin sınav kapısında iki ayağı bir pabuçta olarak yaptığı gibi göz gezdirerek, kitabı yetiştirmeye çalıştığı için hor görülen bir sivil siyasetçi fotoğrafıydı.
Oysa önemli olan başka şey olduğu hâlde, o toplantıların özündeki antidemokratiklik, yazık ki çoğu kimseyi doğru dürüst ırgalayan ve rahatsız eden bir mahiyet kazanamamıştır.
Böyle olunca da, ne orduyu denetleyebilirsiniz, ne harcamalarını kontrol altına alabilirsiniz, ne de ona söz geçirebilirsiniz. Bunun sonucu ise, düşmana hiç ihtiyaç olmadan “geri kalmak”tır.
Okunup özümsendikçe, bu kapsamlı ve değerli kitap için sanırım daha epeyi şey söylenecektir. Fakat ben burada asıl, subay camiasının okumasını ısrarla önereceğim. Belki böylelikle, “orduyu yönetmekle toplumu yönetmenin bambaşka şeyler olduklarını” kavrayanların sayısı artar ve güçlü orduların ancak demokrasilerle mümkün olabildiği, daha kolay anlaşılır hâle gelir.
Yorum Yap