- 16.08.2013 00:00
Bazı toplumlar var ki, yaşama alanlarında ya kolaylık buldukları için, ya da tam tersine, coğrafyaları kendilerine kesinlikle yüz vermediği için kapitalistleşemediler.
Sanırım Ortadoğu, yani İslâm âlemi bu ikincilere giriyor.
Tabii kapitalistleşemedikleri için de modernleşemediler.
Bugünün geri kalmış yurtları dünyanın kapitalistleşme süreçlerinde yer almadıklarından, o sıralarda hane halklarının ihtiyacı kadarlık bir tarımsal üretim yapmakla yetiniyorlar; arkadan gelip eklenen genç nüfus fazlası da, baştaki, hattâ komşu ülkelerdeki despotların periyodik fetih ve talanlarına asker yazılıyorlardı.
Hâlâ yaşayan ama bugün artık kadın sömürüsü olduğuna kanaat getirdiğimiz kadim bir Anadolu geleneği olarak kadınların tarlaya çalışmaya giderken erkeklerin köy kahvesinde pineklemesi vakıası, topraktan umuru kalmamış erkeğin maişetini ve nasibini talandan çıkarmak için acaba sefer mevsimini beklemesi yüzünden miydi dersiniz?
Nitekim kapitalistleşemeyen bu coğrafya insanlarının, sapır sapır ölmekten yaşlanmaya da fırsatları olmazdı.
O yüzden İslâmiyet’te çok kadınla evlenme nedenlerini de, bozkır ve çöl yaşamının zorluklarındaki doğum ve ölümlerin telâfi gayretlerinde aramak gerekir. Zira çok sayıda kadın rahminin gebe kalmasında toplumsal fayda vardı.
Bir taraftan da yokluk ve yoksulluk gırtlağa kadardır.
O gırtlağı besleyecek olan mutfak kültürünün temel girdisi de tahıldır.
Yani ekmek!
Diğer her şey, sadece ekmeğin yavan yenmemesine yarayan katıklardır.
Çorbalar, içine ekmek doğransın; tencere yemekleri, suyuna ekmek bandırılsın; kahvaltılıklar, ekmek dilimine sürülsün diye vardırlar.
Azla yetinen ve tam doymayan bu toplumlarda, bugün dahi 100-120 gr. et, bir porsiyon sayılmakta; en lüks lokantalarındaki bonfileler bile 150-170 gr. ile sınırlı tutulmaktadır.
Edirne’den çıktı mı, gittiği yerlerde önüne pabuç büyüklüğünde “steak” konduğuna dair hatıralar anlatmak, şaşkınlık duyacağı bolluk dünyalarına işaret etmektedir.
Batı Dünyası değişmenin en hızla yaşandığı yerler iken, “Yedi Uyurlar”ın derin durgunluğuna teşnedir buraları.
Tam da Broudel’in dediği gibi, “sefalet, bu coğrafyanın her yerinde hazır ve nazırdır”.
İçi sıkıştırılmış kuru otla dolu sedir yastıkları, şilte pösteki yaygı ve cacala kilim, her gün yeniden serilip yüklüğe kaldırılan içi yün ya da kıtık dolu döşekler, en esaslı huyu tütmek olan peçka sobanın boru eklemlerine sarılan tuzlu bezler, alttaki muşamba ve sıçrayan külleri çekmeye yarayan kaz kanadı, belki yeni olarak pirinç bir karyola, fistolu çarşaflar ve tığ işi kırlentler, mest ayakkabı ve takunya... Çadır terk edilmişse de, dayayıp döşeme aynıdır hâlâ.
Ne ki çadırın duvarları olmayınca, asılacak tablolar da yoktur. Tablo yoksa ressam da yoktur, resim de, elbette.
Avrupa’dan yola çıkıp Çin’e giderken İslâm dünyasının üstünden atlayarak geçen iskemle ve yüksek masa, buralara uğramamaya sanki yeminli gibidir.
Sultanın tahtı bile, üzerine çıkıp bağdaş kuracağı bir yükseltiden ibarettir neticede.
Böyle olunca da, ayaklarını sandalyeden sarkıtarak oturanlarla yere bağdaş kurup çömenler, farklı kültürleri temsil edeceklerdir giderek.
Bu da yetmez; çapayla eşeleyerek yapılan tarım ile sabanla toprağın karnını bir çırpıda yararak yapılan tarım arasındaki farkın biriktireceği “tarımsal fazla” da belirleyecektir kapitalistik gelişmeyi.
“Fazla”sı olmayanın, uzak diyarlara gitmeye niyeti de olmaz. O yüzden at arabaları da yoktur, deryalarda yüzen tekneleri de. Gereksinimi, köyden tarlaya tarladan köye, bir çift öküzün çektiği kağnıdır sadece.
Bu sebepledir ki bu coğrafyanın insanları, ancak Musa’nın değneğiyle yararak(!) geçebilmişlerdir Kızıldeniz’i.
Madem pazara ürün götürülmeyecek, yola neden ihtiyaç olsun ki?
Düşman gelir korkusuyla Fevzi Çakmak ölene kadar yol da olmamıştır meselâ.
Ama sadece düşman değil ki, hiçbir şey gelmemiştir!
O yüzden şu ucuz sömürü edebiyatı var ya, ona da yeniden bakılsa yeridir.
Bazen benim, acaba biz Türklerin yurt kurduğu bu topraklar, aynı zamanda kapitalizmin vazgeçerek terk ettiği topraklar mıdır diye düşündüğüm de olmuştur.
Toparlarsak... günümüze gelene kadar, İslâm coğrafyasında dinginleşmeye vesile olacak seviyede bir toplumsal homojenleşme süreci işlememiştir.
Babaannemin artan bezleri birleştire birleştire bana diktiği çocukluk yorganım gibi, parça buçuk yapılardan öteye gidilememiştir.
Ya merkezkaç eğilimlerle aralarında dalaşan klânlar anarşisi, ya da bir despotun ordusu marifetiyle zapturaptta tuttuğu zoraki bir devlet terörü sözkonusudur.
Ne Türkiye, ne Irak, ne Suriye, ne Mısır, ne İran, yani tüm İslâm âlemi, hiç buralara inmeden anlaşılabilir mi?
Yorum Yap