- 15.12.2014 00:00
Sayın Öcalan!
Size bugüne kadar, meselâ “sayın” diye hitap etmemek gibi enayiliklerle saygıda kusur ettimse, n’olur bağışlayın beni!
Nerden bilirdim, günün birinde el üstünde tutulacağınızı.
Ülkenin en itibarlı politikacısı hâline geleceğinizi.
Türkiye’nin kaderiyle ilgili olarak ağzınızın içine bakılacağını.
Türk mahkemelerince suçlu bulunmanıza rağmen, Kürt meselesinde tek muhatap alınma noktasına geleceğinizi nerden bilirdim, bu kadar?
Andavallığıma verin…
Öngörmezliğime…
Tilkilerin, çakalların, kurtların fink attığı siyaset cangılında, sağa sola Kırmızı Başlıklı Kız gibi salak salak bakınmama verin.
Çünkü ben, Kürt sorununun da, başka meselelerin de, çağdaş reformlarla gerçekleştirilmiş fiili bir demokratikleşmenin dışındaki usullerle çözülemeyeceğine inanmış biriydim.
O yüzden, al takke ver külâh pazarlıklarına alet etmeye gerek olmadığını…
Anadil… yerinden yönetim… katılımcı demokrasi… gibi AB standartlarında ne kadar özgürlük varsa, prangalarından kurtulduğu takdirde…
Artık ne askerî önlem, ne derin devlet, ne terörist faaliyet…
Silkelenmiş dut gibi yerlere patır patır dökülerek, geçmişin hanesine hepsi birer acı hâtıra olarak kaydedilirler sanmıştım.
Kiminle savaştınsa onunla yüzleşeceksin deniyor ya; ben asıl mücadelenin zorbalıkla, ilkellikle, anti-demokratlıkla yapıldığı kanaati içeresindeydim.
Bir toprak parçası ile onun üzerinde yaşayan bir halkın sırtında asırlardır kökleşmiş feodal bir egemenlik kaynağını, aklım sıra birtakım demokrasi teraneleriyle öyle başıboşmuş gibi salıvermek, hele bizim gibi şarka mahsus bir diyarda nasıl olacak da bedavadan oluruna bırakılacaktı, doğrusu akıl edemedim.
Her şeyin havuzunu kuran bir iktidardan, bunu atlamayacağını da beklemem gerekirdi.
Zaten ben, bu ülkede gerçek fay hattının Türk-Kürt ayrılıkçılığı olmadığına inanırım.
Asıl kırılma, “çağdaşlarla bağnazlar” arasında geçecektir, diye düşünürüm.
Devletle PKK’nın otuz beş senedir süren savaşına rağmen halk kutuplaşmamış, fakat siyasal İslâmcılık sözkonusu olunca, toplum iki senede ta orta yerinden yarılmıştır.
Kanıtı da budur!
Her neyse… bugünkü meselem Kürt sorunu değil.
Benim sizden bir ricam olacak.
Çünkü sizi sevip sayıyorlar, bir dediğinizi ikiletmiyorlar.
Biliyorsunuz, 17/25 Aralık yaklaştıkça sağlığının iyice bozulduğu görülen siyasal iktidarın, demokrasinin canına okuduğu günlerden geçiyoruz.
Devlet Başkanı hepimizi dövecekmiş gibi bakıyor.
Çocukken yatılı okulda, elinde dolap sopasıyla dolaşan öğretmenler vardı; onlara benziyor.
Geceleri rüyalarıma giriyor.
Bir keresinde sözde bara gitmişim.
Şöyle serin serin, bir “margarita” söylemişim.
Duyan çıkar endişesiyle kulağıma fısıldayan barmen, “okulda kokteyl yasaktı, öğrenemedik. Onun yerine size şu duvardaki III. Selim fermanını okusam olmaz mı” demesin mi?
Ama gene de, hani şu bin liralık altın varaklı kadehler var ya, onlardan birine şerbet koymuş, bir taraftan da önüme doğru itekleyip duruyor. Bardak tam havadayken, kan ter içinde kâbuslardan uyanıyorum.
Diyeceğim, şuna bir görünseniz; bize yapılanları da “çözüm süreci” kapsamına alsanız, diyorum.
Zira işimiz artık ayaktaki bu tek projeye kaldı.
Fazla oldu demezseniz, son bir dileğim daha var sizden.
Akreditasyon kapsamındaki gazetecilerden olmadığım için tabii saraya da giremiyorum.
Bana bir “hamili kart yakinimdir” kıyağı çekseniz de, atlastan perdeleri, ibrişimden dokumaları, krallara lâyık klozetleri nasıl kullanıyorlar, yüzlerine oturmuş bir kızarıklık var mı yok mu, gidip gözlerimle bir göreyim şunları.
*
Son olarak, muhalif basına yapılan operasyonları basın özgürlüğüne yönelik bir darbe sayıyor, yüreğimi haysiyetli gazeteciler safına koyuyorum.
Size de yuh olsun, diyorum, yandaş medya bozuntuları!
Yorum Yap