- 9.04.2013 00:00
Tarihimizin en büyük gerilimini, en büyük kopuşlarından birini
yaşamakta olduğumuz bir dönemeçte, “âkil insanlar” kavramının
büyük bir tatışmaya neden olması doğaldır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluş paradigması dâhil her türlü kurumlaşmanın ve yasal
yapılanmanın dönüşümü söz konusu sonuçta. Tayyip Erdoğan da,
Kemal Kılıçdaroğlu da, böylesine köklü bir barış mücadelesinin
yol açacağı altüst oluşu öngörecek verilere sahipler. Mesele şu
noktada düğümleniyor: Bu değişime hazır olup olamamak/ bu
değişimle birlikte gerçekleşecek yeni yapılanmayı kabullenmemek
veya karşı çıkmak... CHP ise bu geçmişi olumlu, sahip çıkılması
gereken bir tarih olarak görüyor, zaten büyük ölçüde o tarihin
yapıcısı olarak biliniyor. Kendileri de bunu böyle algılıyorlar.
Bu bağlamda, “paradigmayı değiştirecek” bir yolculuğa
olumsuz yaklaşmaları, büyük ölçüde bu “benimseme ruhu”ndan
kaynaklanıyor. “Âkil İnsanlar Heyeti”, Kürt sorununun barışçı bir
çözüme ulaştırılmasını destekleyen insanlardan oluşuyor. Barışçı
çözüm nasıl olabilir? Ancak Kürtlerin hakkını hukukunu kabullenen
yeni bir yapılanmayla.Bu nedenle Kılıçdaroğlu sürekli soruyor...
“Ne verdiniz onlara?” diyor. “Verilecek olan”ın ya da “verilmesi
gereken”in içeriği (vermek kelimesi belki çok şık durmasa da) az
çok belli: Kürtlerin varlığını kabul eden yeni bir zihniyet ve devlet
yapılanması... Hepimiz kanın durmasını, anaların ağlamamasını,
acıların bitmesini istiyoruz.
Ama, yaşadığımız “barış sürecinde”, endişeleri, korkuları olanlar da
var.
Soruyorlar:
Acaba bölünecek miyiz?
Acaba Türk kimliği yok mu olacak?
Acaba Başkanlık sistemine mi geçiyoruz?
Kritik öneme sahip sorular.
Doğru, barış sürecine toplumsal destek güçlü.
Ama, bu sorular temelinde endişelerin, korkuların, tepkilerin
olduğu da, aynı derecede doğru. Ancak insanların eşit değerde
olmaları, farklı yeteneklere sahip olmadıkları anlamına gelmez.
İnsanları haklarda değil, ekonomik koşullarda eşit kılma çabası,
totaliter sosyalizm uygulamalarının gösterdiği üzere, özgürlüklerin
boğulmasıyla sonuçlanmıştır.İnsanların mensup oldukları kimlikler, milletler, dinler, kültürler
de eşit değerdedir, eşit saygıya layıktır; bunlar arasında üstünlük
sıralaması yapılamaz. Uzlaşmazlıklar, şiddet ve dayatma ile değil,
ancak konuşma ve uzlaşmayla çözülebilir. Toplumda otorite
gönüllü kabule, insanlar arasındaki ilişkiler anlaşmaya, yönetim de
yönetilenlerin rızasına dayanmalıdır.
19. yüzyılda liberaller, temel hak ve özgürlüklerle sınırlı yönetime
inanıyorlardı, ama seçimle gelen hükümetlerle yönetime, yani
siyasi demokrasiye inanmakta zorlandılar. Ama zamanla “bir kişi,
bir oy” ilkesini benimsediler; bu ilke Batı’da liberal ve demokratik
sosyalist partilerin ortak mücadeleleriyle yerleşti. Bugün siyasi
demokrasiye ve insan haklarıyla sınırlı özgürlüğe inanmayan, liberal
değildir. Siyasi demokrasi, hangi hükümet biçiminde olursa olsun,
iktidarın kötüye kullanılmasını önleyecek güçlü denetim ve denge
mekanizmalarını gerektirir. Hükümetten bağımsız yargı ve medya,
üniversitelerde akademik özgürlük siyasi demokrasinin vazgeçilmez
şartları arasındadır. Özgür bir toplum yalnız siyasi bakımdan değil,
ekonomik ve kültürel bakımdan da çoğulcu, yani kararların birden
çok merkezden alındığı bir toplum olabilir. Özel mülkiyete dayalı
piyasa ekonomisi, demokratik toplumun yeterli değil, ama gerekli
şartıdır. Yolumuz aydınlık olsun bu dönüşüm ve değişim virajında.
Yorum Yap