Hoyrat bir hayatı sakin bir romana yeğlemek

  • 26.03.2011 00:00

* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.

***

Romanlara, sakin bir limana girer gibi girmeyi sevmem ben; onlara sığınmayı sevmem... Açık denizler gibi hoyrat, tekinsiz, hayatla ölüm arasında ama ölüme biraz daha yakın bir şey olsun okuduğum roman; okudukça, fırtınaya tutulsun doğru bildiklerim; cümleler didiklesin içimi, huzur vermesin kelimeler; yazarın anlattıkları, anlatmadıklarını da çağırıp hafızamı biçsin dövsün, yeniden harmanlasın hatıralarımı, beni kimselerin hırpalayamadığı kadar hırpalasın isterim; yazar, öyle karakterlerle gelsin ki üzerime, yoldan çıkarsınlar beni, görmek istemediklerimi göstersinler bana, yapmak isteyip de yapamadıklarımı gözümün önünde yapa yapa korkaklığımdan utandırsınlar; tepemden baksınlar ki tevazuyla küçüleyim; kuytularıma girsinler ki kuytularımla barışayım; yalanlarımı yakalasınlar ki yeni yalanlar uydurayım kendime; yaralarımın kabuklarını kaldırsınlar ki, biraz daha kanayayım; kanadıkça yıkanayım, temizleneyim.

O yılların Paris’ine böyle dönülmüyor

Hiç benlik bir hal değil bu: Tek bir nedenle, gayet korunaklı göründüğü için başladım bu romanı okumaya; bir limana benzediği için. Çok yorulmuşum demek. Kışa bir türlü benzemeyen bir kış, evvela kış ortası gibi yapmaya çalışan bir kış sonuna ve hemen birkaç gün sonra, tam da bahar gibi bir bahar başına dönüşürken, her dönüşümünde kendi içinden geçerek, her geçişte yeniden tersyüz olduğu hissini veren bu tuhaf mevsimin kucağında, lodostan da değil, çiçeğe durmuş ağaçlardan da, penceremdeki ışığın her sabah ayrı bir parlaklıkla kırıtmasından bile değil hatta; bütün bunlardan uzak, günün her saatinde deste deste kâğıtların arasında, günün her saatinde biraz bitkin bir halde, çevrem aydınlık da karanlık da olsa, hep aynı loşluğun ortasında oturup, hep aynı beyaz ekrana bakarak, bir devletin kendi iç yazışmalarını içlerinde fazla bir mesnet aramadan, pek bir mizah bulamadan ve neredeyse hiç mola vermeden okumaktan usanmışım.

1965 doğumlu Amerikalı şair ve romancı Paula McLain’in The Paris Wife (Paris’teki Eş) kitabını, biraz durmak, dinlenmek, sığınmak için elime aldığımda, başıma gelecekleri hesaplayamadığımı anlamam uzun sürmedi ama... The Paris Wife, iki sözle çekmişti beni kendine; “Önemli olan Fransa’nın sana ne verdiği değil, neyi senden almadığıydı” diyordu Gertrude Stein ve bunu, “Doğru olan tek bir şey yoktur. Hepsi doğrudur” diyen Ernest Hemingway’e söylüyordu.

Türkçeye, ne hikmetse, Paris Bir Şenliktir (Saydam Özel’in tercümesi, Bilgi Yayınevi, 1975) diye çevrilen A Moveable Feast ’te Hemingway’in 1920’lerin Paris’ini “skeçler” halinde anlatmasını, yıllar içinde, defalarca ve sanırım tam da Hemingway’in istediği üzere “skeçler” halinde okumuştum. Dahası, Michael Reynolds’ın (1937-2000) beş ciltlik Hemingway biyografisini, Hemingway’in romanlarından galiba daha fazla sevmiş; o ciltler arasındaki The Paris Years (Paris Yılları) kitabını ise, Hemingway’in başka hiçbir şeye kolay kolay değişmeyeceğim kısa hikâyeleri ve Paris “skeçleri” kadar benimsemiş; tıpkı onlar gibi, şehirden şehire, kıtadan kıtaya yanımda taşıyıp durmuştum.

Şimdi McLain, işte o yıllara, Hemingway’in Gertrude Stein’la, F. Scott Fitzgerald’la, Ezra Pound’la, James Joyce’la, John Dos Passos’la, Joan Miro’yla, Ford Madox Ford’la, Pablo Picasso’yla, Juan Gris’le ve tabii, kadın üstüne kadın üstüne kadınla olduğu Paris günlerine dönmeyi vaat eden bir roman yazmıştı; o kadınlardan birini, Hemingway’in ilk ve belki de en silik karısı, Hadley Richardson’ı aradan seçip ön plana alarak yapmıştı bunu. “Papa”nın daha “Papa” olmadığı, en azından “Papa” gibi görünmediği, henüz o sakallı, babacan, kucaklayan, bütün sertliğine rağmen yumuşak bakışlı, bütün hırçınlığına rağmen sakin duruşlu hallerine bürünmediği zamanlardaki karısıydı Richardson; çok büyük bir yazar olmayı aklına koymuş bir gazeteciyle evliydi o... Hemingway, Birinci Dünya Savaşı’nı yaşamış, 1918’de, Milano’da, sonradan Death in the Afternoon’da (Öğleden Sonra Ölüm) anlatacağı gibi, ölümü görmüş ve ondan kurtulmuştu ama, henüz yenememişti ölümü; kitapları yayımlanmamıştı daha. Toronto Star gazetesine Avrupa’dan haberler yapıyordu; içinde taşıdığını bildiği kudreti demlendiriyordu belki; Paris’te büyümeye çalışıyordu.

Yirmi sekiz yaşındaki Richardson’la tanışıp evlendiğinde yirmi yaşındaydı Hemingway; bir yıl sonra birlikte Paris’e yerleştiler. McLain, Richardson’la Hemingway’in 1920’de tanışmalarından 1927’de boşanmalarına kadar süren renkli ama baharatsız beraberliklerini, Paris dekorundan ve o dekorun önünde belirip kaybolan yazarlardan, şairlerden, ressamlardan bolca yararlanarak anlatıyor. Öyle ki bazen, “Hemingway’in Paris’i” esprisinde başlıklarla turist avlayan edebiyatsever seyahat rehberlerinden birini elinize almış o caféden bu caféye dolaştığınız hissine kapılıyorsunuz okurken; bazen de A Moveable Feast ’in ortasında, bir romandan ziyade, bir hatıratta, bir belgeselde buluyorsunuz kendinizi.

Richardson’ın diliyle, onun gözünden yazıyor McLain; sığ bir dil bu, dar bir bakış hatta. Romanın bir yerinde,“Gazetecilik senin için bitti artık,” diyor Gertrude; “artık ortaya çıkıp, yazman gerekeni yazma zamanın geldi.” Bir bardak daha armut likörü alırken kendine, “Tanrı biliyor ya buna hazırım” diyor Ernest. Ve siz, o iki epigramı, her diyalogda biraz daha özlüyorsunuz; o yılların Paris’ine de, o Paris’in yüzlerine de McLain’in romanından dönülmediğini her kavrayışınızda, Stein’la Hemingway’in kitabın başındaki gerçek sözlerine dönüyorsunuz.

Çok daha “genç” bir inattır Hemingway

Limanlar bana göre değil velhasıl... Ama demir almak, bir limandan bıkmakla mümkün oluyor bazen. The Paris Wife ’ı okumaya daha ziyade bu niyetle devam ettim sanırım; McLain’in, kim bilir belki de aslına fazlasıyla uygun anlattığı Richardson, Hemingway’i benim kafamdaki Hemingway yapan iki olayda da, değil hakkınca hoyratlaşıp itip kakmak, şöyle usulca bile dürtmeyince beni, içimi ürpertmeyince, nefesimi azıcık olsun hızlandırmayınca, romanın sayfalarını açık bırakıp, o muazzam biyografiye, Reynolds’ın The Paris Years kitabına döndüm.

Hemingway’i İspanya İç Savaşı’ndan, Küba’dan, boğa güreşlerinden ve altmış iki yaşını doldurmasına iki hafta kala, Idaho’da bir av tüfeğiyle kendini vurmasından tanıyanlardan değilim ben; benim için çok daha “genç” bir inattır Hemingway...

1922’de Türkler Rumları, bu diyarın Rum şehirlerini yakıp yıkarak Anadolu’dan kovarken, “Hayır, gitme, yapamam” diye yolunu kesen karısına rağmen, İstanbul’u, İzmir’i gidip görme inadıdır daha ziyade ve yazmış olduğu her şey, karısı tarafından bir bavulun içinde kaybedildiğinde, bir yandan öfkeyle, hiddetle azıp kudurabilmek ama bir yandan da, “kaybolan sayfaların hangisi iyiydi, hangisi kötü...” diye kendi kendine cesur itiraflarda bulunurken, her şeyi yeniden ve daha sağlam yazabileceğini pekâlâ bilmek ve sonunda hakikaten de yazmaktır.


İzmir yanıyordu ve gidecekti elbet

15 Eylül 1922’de, Richardson-Hemingway çiftinin Rue Mouffetard’daki küçük apartman dairesine gelen gazetenin manşetinde “İzmir Yanıyor... 1000 ölü var” yazar. Yangın, şehrin Ermeni mahallesinin göbeğinde başlamış, altmış bin Rum ve Ermeni evsiz kalmıştır. İzmir Limanı’ndaki destroyerler, gece boyunca, kordondaki telaşlı kalabalığın üzerine tutmuşlardır projektörlerini. Bir Fransız muhabir, “Biz limandan ayrılırken” diye anlatır, “alevleri kontrol altına almak artık imkânsız görünüyordu. Bütün şehir yanacaktı belli ki...”

Hemingway, hemen gazetesine telgraf çekip, “200 dolar gönderin, dokuz dolar da günlük verin, Konstantinopol’a gidiyorum” diye yazar. “Ben de hep İstanbul’u görmek istemiştim” der bir arkadaşı; “Konstantinopol daha güzel bir kelime değil mi ama” diye karşılık verir Hemingway, “ya da Bizans...”

McLain, Hemingway’in bu heyecanını, Richardson’ın ağzından öldürerek yazarken; Richardson’ın “Gitme” derkenki direnişi de sönmeye, soğumaya mahkûm bir serzenişe indirgeniyor ister istemez. Birkaç hafta sonra, Pera Palas’taki odasının pencerelerinden “Türk şehrinin çamur renkli kare evlerine... incecik kirli- beyaz deniz fenerleri gibi yükselen parmak minarelerine...” bakan Hemingway’in gördüklerini Richardson gibi McLain de göremezken, Reynolds, Hemingway’e o dumanlı akşamı tarif ettiren tutkunun, kısa süre sonra, 4 ekimde Mudanya Antlaşması imzalanırken çoktan dinecek olan bir gazetecilik hevesiyle değil, kırk yıl daha dinmeyecek bir yazarlık inadıyla beslendiğini her virgülde hissettiriyor.


Kaybolanlardan kalanlarla sürer hayat

The Paris Wife, 1922’nin aralık ayının, Richardson-Hemingway evliliği için nasıl büyük bir kayıpla başladığını anlatıyor anlatmasına ama siz, o bölümlerde de, bu “kaybın” kendi içinde büyüyebileceğini, belki de bir keşfe, bir varlığa dönüşüp, sizde bir şeyler bırakabileceğini umarak, boşuna bekliyorsunuz. Richardson, Lozan’da trene binerken bir hamala emanet ediyor elindeki bavulu; içinde Hemingway’in o güne kadar yazdığı bütün “edebiyat” var; Richardson dikkat etmiyor, bavul çalınıyor ve McLain, bu büyük “kaybı,” pişman bir kadının gözü yaşlı çaresizliğinde gerçekten de kaybolup gitmeye mahkûm ediyor.

Çaresiz, Reynolds’ın biyografik anlatımına dönüyor içinizdeki okur; hayatın romandan daha şehvetli olabileceğini hissettiren bir roman, sizi kendinde tutmuyor pek; limandan çıkıp dalgalara bırakıyorsunuz kendinizi. Orada, Reynolds’ın Hemingway’i var; Lozan görüşmelerini izlemek için, yazıp kaybettiği her şeyin boş bıraktığı bir çantayla Paris’ten gece trenine bindiğinde, olması gerektiği gibi yalnız:

“İşte bu kadar. Karını bir ziyaret için yanına çağır, bir yıl boyunca yazdığın her şeyi kaybetsin. İşte tam da bu kadar. Bir arkadaşla konuşmak istiyordu ama Ezra, Rapallo’daydı; Gertrude ise hâlâ St. Remy’de. Daha sakindi şimdi, bir şişe şarapla gevşemişti; en kötüsünü biliyordu artık, ona yapabilecekleri daha kötü bir şey yoktu. İçindeki acılığı hazmetmeye çalışarak kaybettiklerini tek tek düşündü. Savaşta geçen Chicago romanı için yas tutmaya değmezdi; aylardır dokunmamıştı ona, en baştan itibaren yeniden yazması gerekiyordu zaten. Geçen yazdan beri biliyordu bunu. Kayıp şiirlerden vazgeçebilirdi. Hikâyelerden ve Paris skeçlerinden vazgeçemezdi ama...”

O muhteşem hikâyeleri ve skeçleri mutlaka yeniden yazacağını bilen bir Hemingway’dir McLain’in romanına bir türlü giremeyen adam. Hemen o gece, o trende, Lozan Barış Antlaşması daha yapılmamışken, muhtemel anlaşmaya da, anlaşma peşindeki Mustafa Kemal’e de, Georgiy Çiçerin’e de, Lord Curzon’a da öfke duyarak, şu cümlelerle yeniden yazmaya başlayan adamdır: “Hepsi de barış yaptılar... Barış ne?”

[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar