Hayatla ölüm arasındaki ince çizgide

  • 18.06.2011 00:00

“Çörekotu ister misin" dedi mavi önlüklü kadın, "üzerine serpeyim mi?" Anlamadan baktım. "Kokusu için... Böcekleri kaçırır. Can bir kez çekildi mi içinden, vücut çürüyecek elbet, ama böcekler yemesin, günahtır." Başımı salladım. "Çürümesi kaç gün sürer?" Sordumsa da, sesim çıkmadı sanki. Duydu mu diye kadına baktım. Önce korkuyla, sonra minnetle. Duyduysa bile cevap vermedi. Esmerdi; kocaman elleri, kalın parmakları vardı. Kefenin içine çörekotu serpmesini seyrettim. Cömertti. "Bazısı buna izin vermez kızım; doğrusunu yaptın." Sustum. Senin çörekotunu sevdiğini düşündüm. Ağzıma uzak bir tat geldi. Tuzlu, sıcak. Bir çocukluk tadı. O meşhur ikindi poğaçalarını hatırladım. Yanında mecburen bir bardak süt. İllâ ki yere döktüğüm kırıntılar. Senin ikindi mahmuru sesin: "Evi yine karıncalar basacak..."

Çıplak bir şey ölüm; çırılçıplak bir şey. Asıl ürpertici olan da bu sanırım. Ölülerimizin çıplaklığı ürkütüyor bizi. Her soyunma bir meydan okuyuş zira; odadan donsuz fırladığımız o beş karışlık hallerimizden biliyoruz bunu. Her seferinde yakaladılar bizi, giydirdiler. Yaşamak da, esasen, yaşarken ölüme belki en çok yaklaştığımız o pek mahrem molalarımız haricinde, giyinik yapılan bir iş. Gayet süslü bir iş yaşamak... Ve bazen hayat, ölümü bile süslemeyi gerektiriyor.

Ölülerimizin üzerini örtüyoruz ki, onları canlı hatırlayalım; giyinik, etli, pembe. Ölülerimizi, ağıtlarla, ayinlerle, helvalarla, mevlitlerle, tütsülerle, çiçeklerle, türlü türlü törenlerle uğurlarken, kefen beziyle ya da balmumuyla sararken bedenlerini, ya da en şık giysileriyle bir kutunun içine yatırıp, pudralanmış yüzleriyle son kez görücüye çıkarırken; ve nihayet, toprağın bağrına indirirken onları; küllerini, ağzı sımsıkı kapalı bir kapta saklarken ya da, aklımızda hep aynı şey var sanki: Usulünce veda edelim ki, herkes kendi yerini bulsun. Fâniler diyarından ölüler diyarına geçiş tamamlansın ki, hayatla ölüm arasındaki o ince çizgi de yerinde dursun.

Ölüm bir "son" malûm, her "son" gibi bir başlangıç aynı zamanda; bir helalleşme. İsterseniz, yıllarca oğlunun kemiklerini arayan o ihtiyar anneye sorun. Anlatacaktır size. "Bir mezarı olsun yeter" feryadının hikmetini, fânilerin arasında yeniden yaşamaya başlayabilmek için, önce, oğlunun ölüler diyarında kendine bir yer bulduğundan emin olmak istediğini anlatacaktır.

 

Edebiyat âlemine gençlik aşısı

Téa Obreht, 1985 Belgrad doğumlu bir yazar. Bosnalı bir Müslümanla Slovenyalı bir Katoliğin kızı olan annesi, onu tek başına büyütmüş. 1992 nisanında Bosna Savaşı başlayınca, eski Yugoslavya'yı terkedip, önce Kıbrıs'a, sonra Mısır'a yerleşmişler. 1997'de, on iki yaşını bitirdiği yıl Amerika'da yaşamaya başlamış. On altı yaşında üniversiteye girmiş, yirmi bir yaşında edebiyat yüksek lisansı yapmak üzere Cornell Üniversitesi'ne kabul edilmiş. Elimdeki roman, Obreht'in yüksek lisans tezi: The Tiger's Wife (Kaplanın Karısı).

Romandan bir bölüm, geçen yıl The New Yorker'ın sayfalarında kendine yer bulduktan sonra, adını o zamana dek kimsenin duymadığı bu Sırp kökenli Amerikalı yazar, önce The New Yorker'ın ziyadesiyle prestijli "40 yaş altındaki en iyi 20 edebiyatçı" listesine girdi; sonra Amerikan Ulusal Kitap Vakfı'nın (The National Book Foundation) "35 yaş altındaki en iyi 5" sıralamasında yer aldı. Derken, roman geçen martta Londra'da Weidenfeld & Nicholson etiketiyle ve kapağında, Ann Patchett, T.C. Boyle ve –önceki gün Dublin IMPAC Ödülü'nü alan– Colum McCann gibi yazarların övgü cümleleriyle yayımlandı. 8 haziranda da öğrendik ki, her yıl bir kadın edebiyatçının kitabına verilen Orange Ödülü 2011'de, The Tiger's Wife ile Obreht'e gidiyor.

Haberi yirmi beş yaşına uygun bir "Aman Tanrım" nidasıyla karşıladığı anlatılan Obreht'in daha sonraki mülakatları, bu başarının, sadece genç bir yazarın değil, aynı zamanda genç bir ekibin marifeti olduğunu düşünmemizi isteyen bilgilerle doluydu. Obreht'in "ajanı," yani yayın dünyasında onun haklarını temsil edip kitaplarını satma işini profesyonelce üstlenen kişi, otuz yaşındaki Seth Fishman; The Tiger's Wife da, Fishman'ın sattığı ilk kitap... The Tiger's Wife'ı keşfeden, yayımlamak üzere Weidenfeld & Nicholson adına satın alan editör Noah Eaker, sadece yirmi altı yaşında. Bugün Anglosakson âlemindeki edebiyat editörlerinin en tecrübelilerinden sayılan, halen Weidenfeld & Nicholson'ın yayın yönetmenliğini yapan Arzu Tahsin ise, bu genç ekip sayesinde yayınevindeki masasına ulaşan romanı okumaya başladığında, sadece birkaç paragraftan sonra, kendi kendine "Güzel Tanrım," diye mırıldandığını söylüyor; "hakiki şeyi buldum!"

Bunca övgü, üzerine bir de önemli ödül alan bir romanı okumanın zahmetli bir yanı var her zaman. Size ait olmayan bir beğeni eşiğini aşmanız gerekiyor kitapla sahici bir ilişki kurabilmeniz için; hakkındaki bütün o reklamı, bütün o süslemeyi unutmayı ve çıplak metnin mahremine girmeyi denemeniz gerekiyor. Kolay değil. Ama The Tiger's Wife'ın içinde yalnızlaşmak, tahminimin askine, pek zor olmadı. Romana hâkim olan hikâyenin –ya da “hikâyelerin” demeliyim– tanıdık bir diyarın tanıdık duygularını deşmesinden belki, Obreht'in anlatımına bırakabildim ve Balkanların bağrında, eski Yugoslavya olduğu anlaşılan bir ülkenin hayalî kentleriyle hayalî kasabaları arasında dolaşırken buldum kendimi. Bütün o hayalin, masalın, efsanenin içinde ben de, kendimce, "hakiki" bir şeyler buldum.

 

Hiç bitmeyen bir savaşın portresi

The Tiger's Wife, öğrencilik yıllarından itibaren ülkesini parçalamaya başlayan savaşın kıyısında yetişmiş genç bir hekimin, Natalia Stefanovic'in, kendisi de hekim olan ancak hükümetin, "ülkenin bölünmesine karşı, dolayısıyla da savaşa muhalif oldukları" şüphesiyle elli yaşının üzerindeki hekimleri meslekten men etmesi sonucunda işini gizlice yapmayı sürdüren büyükbabasıyla ilişkisini anlatıyor. Romanın başlangıcında, kanser hastası olduğunu sadece Natalia'ya söyleyen büyükbabanın, niçin çıktığı bilinmeyen bir seyahatte öldüğünü öğreniyoruz. Natalia bir yandan, savaş bölgesindeki bir yetimhanenin çocuklarını aşılamak için yollara düşüyor, bir yandan da büyükbabasından dinlediği hikâyelerin ışığında, yaşlı adamın ölümünün –ve aslında hayatının– sırrının peşinden gidiyor.

"Büyükbabamı anlamak için gereken her şey, iki hikâye arasında uzanır: kaplanın karısının hikâyesi ve ölümsüz adamın hikâyesi. Bu hikâyeler, onun hayatındaki diğer hikayelerin –büyükbabamım ordudaki günlerinin; büyükanneme olan büyük aşkının; cerrahlık yaparak ve Üniversite'deki zorbalardan biri olarak geçirdiği günlerin– içinden gizli birer nehir gibi akar. Biri, onun ölümünden sonra öğrendiğim hikâye, büyükbabamın nasıl adam olduğunun hikâyesidir; diğeri, bana kendisinin anlattığı, nasıl yeniden çocuk olduğunun hikâyesi."

Romanın da içinden birer nehir gibi akacak olan "kaplanın karısı" ve "ölümsüz adam" hikâyelerine, Natalia'nın ağzından bu sözlerle girizgâh yaptıktan sonra, anlatımını, bir yandan 1990'ların Yugoslavyası'na odaklandırıp, gerçek bir savaşın gerçeğe çok yakın olaylarını kurgusal yer ve kişiler üzerinden yeniden yazıyor Obreht; bir yandan da, bu iki hikâyenin ve onları besleyen inançların, mesellerin, âdetlerin, esasen bütün bir folklorun içinden, kendi çocukluğuna değil sadece, büyükbabasının gençliğine ve çocukluğuna da uzanarak, yarım asırlık bir Balkan portresi çiziyor.

Ben bu portreyi çok sevdim. Savaşın ortasında olmak kadar kıyısında durmanın da hayatı nasıl değiştirdiğini; bir ülkenin bir yeri kanarken, diğer yerlerde durup seyredenlerin de aslında nasıl yaralandığını, bozulduğunu, çürüdüğünü gösteren bir portre bu. "Bu savaş hiç bitmiyor" diyor Natalia'nın büyükbabası, "çocukluğumda da savaş vardı, çocuklarımın çocukları büyürken de..." Natalia'nın kuşağı, "Memlekette savaş var" cümlesini, her türlü sorumsuzluğun bahanesi yaparak büyüyor. Ve tıp okurken, az sayıda araç gereçle yetinmek zorunda kalan apolitik bir hekim adayının gündelik serzenişinde, hayatla ölüm arasındaki o ince çizginin üzerinde durmaya mecbur edilen insanların hayatta kalsalar bile yaşayamadıklarını işitiyorsunuz:

"Bunca savaştan sonra bize verecek gerçek kafatasları olacağını düşünürsün ama bunların çoğu ya kurşunlarla delinmiş kafataslarıydı ya da gömülmeleri gerekiyordu. Gömülsünler ki, günü gelince çıkarılsınlar, yıkansınlar ve sevdikleri tarafından yeniden verilebilsinler toprağa..."

Ve fânilerin ölüleriyle vedalaşacağı, hayatla ölümün yine çizginin iki yanında ayrışacağı o günün ne zaman geleceğini, yani savaşın ne zaman biteceğini de, savaşın niye başlayıp, niye sürdüğü belirliyor aslında:

"Dövüşmenin bir amacı olduğunda –seni bir şeyden kurtarmak ya da bir masumun yararına müdahalede bulunmak için dövüştüğünde yani– bunun nihayete ereceği ümidi de oluyor. Ama bir çözülmeyse dövüşmenin nedeni –isminle ilgiliyse, kanınla bağlandığın yerlerle ilgiliyse, isminin bir sınırtaşıyla ya da bir olayla ilişkisiyse mesele– nefretten, kendilerinden önce gelenler sayesinde nefretle beslenen ve nefretle beslenmeleri istenen uzun, yavaş bir insan geçidinden başka bir şey kalmıyor geriye. Dövüşmenin de sonu yok o zaman, dalga dalga geliyor ve biteceğini uman muhaliflerini şaşırtabilme yeteneğini muhafaza ediyor hep..."

 

Bazı anlar vardır, kimseye anlatılmaz

Bu alıntılar, Obreht'in anlatımının didaktik olduğunu düşündürebilir. Oysa romanın, gündelik, kendiliğinden ve sıradan olanla da, belki biraz fazla "mecazî" ama yine de kuvvetli bir ilişkisi var. Hayat ve ölüm, savaş ve barış üzerine kafa yoran Obreht, güncel bir örgünün içine, yer yer gerçeküstüne, tılsıma, bâtıla ve hayale yaslanan hikâyelerinin, birbirini her zaman tamamlamayan, hatta bazen biraz fazla dağınık kalan çeşitliliğini yerleştirdikçe, roman, bir bütün olarak, felsefî terennümlere imkân tanıyan mitolojik bir metne dönüşüyor.

"Kaplanın karısı" hikâyesi, Obreht bu referansları bu kadar açık vermese de, 1941'de Nazilerin Belgrad Hayvanat Bahçesi'ni bombaladıkları sırada kaçan bir kaplanın, kocası tarafından vahşice taciz edilen sağır ve dilsiz bir köylü kadınla dostluğunu anlatıyor. Yarım asır sonra, bu kez Bosna Savaşı'nın bombardımanları sırasında, bir gece hayvanat bahçesinden kaçıp, karanlığın içinde dev bir gölge gibi şehrin ana bulvarından geçen bir fil, Natalia'yla büyükbabasının yoluna çıktığında, "Buna kimse inanmayacak" diyor gençkız, "Arkadaşlarımın hiçbiri buna asla inanamayacak." Şaşırıyor büyükbabası; böyle bir şeyin herkese anlatılabileceğini hafsalası almıyor: "Bunun o anlardan biri olduğunu anlamalısın... Kendine saklayacağın anlardan biri bu." Natalia ne dediğini anlamıyor önce, soruyor. "Savaştayız" diyor yaşlı adam, "Bu savaşın hikâyesi –tarihler, isimler, kimin başlattığı, niye başlattığı– bunlar herkese aittir. Sadece savaşın içindeki insanlara da değil, ama gazeteleri yazan insanlara, binlerce kilometre ötedeki siyasetçilere, buralara hiç gelmemiş, adını bile duymamış insanlara da aittir. Ama böyle bir an –bu senindir. Bu sadece sana aittir. Ve bana. Bize aittir."

Benim The Tiger's Wife'da "metnin çıplak mahremiyeti" dediğim şey de, böyle anlardan, böyle hikâyelerden oluşuyor işte. Natalia'nın büyükbabasının kendine saklayacağı türden inanması imkânsız, anlatması ise büsbütün imkânsız olaylar, Obreht'in sağlam imgeleri sayesinde ruha ve cisme kavuşurken, okurla kitap arasında da sırdaşlığa benzer bir ilişki kuruluyor.

Bu sırdaşlıkta, hem Obreht kadar "genç," hem de onun yazısı gibi "erken olgunlaşmış" bir kadın olan Natalia karakterinin de güçlü bir yeri var. Çocuklarına baktığı yetimhanenin arka tarafında, paçavralar içinde toprağı kazanların ne aradıklarını anladığında, yaşının umdurduğu, mesleğinin ise gerektirdiği tepkiyi vermiyor Natalia. Köylerini saran salgından çocuklarını kurtarmanın yegâne yolunu, on iki yıl önce savaş sırasında terk ettikleri kuzenlerinin kemiklerini aramakta bulan köylülere itiraz edemiyor. O kemikleri usulünce gömüp vedalaşırlarsa, kuzenlerinin ölüler diyarında yerini bulduğundan emin olurlarsa yani, çocuklarının iyileşeceğine inanıyor köylüler. Natalia, tabii, o çocukları tedavi etmek istiyor. Anne babalarının tedavi olması için, bir cenaze, bir "son," bir helalleşme gerektiğini de biliyor ama. Tevekkülle susup, çizginin bu yanına, hayata doğru bir adım atabilmeleri için yardım ediyor onlara.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar