- 7.10.2011 00:00
Gecenin ikibuçuğu. “Bugün” kelimesinin manasızlaştığı bir saat. İnternette “yarının” Türkiye gazeteleriyle, “dünün” Amerikan gazetelerini okuyorum. Kâğıt helva inceliğindeki yeni kardeşlerinin yanında küçük çaplı bir “Moby Dick” gibi kalan parlak beyaz MacBook’um kucağımda. Arada, bir gazetenin sitesinden diğerine geçerken, karşıma hep olduğu gibi Apple’ın açılış sayfası çıkıyor. Sayfada, marifetlerini daha önce okuduğum iPhone 4S’in tanıtımı var, hiç bakmadan geçiyorum. Sonra birden, ben yine iki gazete arasındayken, ağarıyor sanki ekran, bembeyaz oluyor; yakışıklı bir erkek yüzü, siyah beyaz fotoğrafın daha da keskinleştirdiği gözlerini dikmiş bakıyor bana. Yanında bir çift satır: Steve Jobs / 1955-2011
Birilerini uyandırmak istiyorum birden; “Jobs öldü” diye mesajlar atmak istiyorum geceye gömülmüş olanlarınıza, vazgeçiyorum. İki gün önce, iPhone’un “5” yerine, “4S” (Four S/Steve için) versiyonunun tanıtımını yapmasından bile “artık an meselesi” olduğunu anladığımız ölümünün “sürpriz”olmaması, “vakitsizliğini” değiştirmiyor. Beklesem de, şaşırıyorum. Buluşlarıyla hayatımda bunca yer tutan bir “yabancının” ölüm haberi, en “yakınlarımdan biri” ansızın çekip gidivermişçesine sarsıyor beni. Küreselleşme biraz da bu demek belki de; yabancıların yakınlaşması demek.
İç içe geçtiğimiz ötekiler
“Yabancıların yakınlaşması” üzerine düşünmek pembesi kadar karası da bol bir egzersiz aslında. Amerikalı antropolog Nancy Scheper- Hughes’un İnsan-Sonrası Etik ve Küresel “Taze” Organ Trafiği başlıklı makalesinde ortaya koyduğu tabloya herkes durup bir bakmalı bence. Küreselleşmeyi resmetmenin binbir yolundan biri bu makale… “Küresel ötekinin içimizde yer etmesi” meselesi bir yönüyle, Jobs’ın belki de en büyük katkısı olan “teknolojinin demokratikleşmesi” ile açıklanabilir pekâlâ. Ama bu “iç içe geçme hâli” aynı zamanda bize, “eşitsizliklerimizle yepyeni bir yüzleşme” fırsatı sunuyor, dahası “eşitsizlikle mücadeleyi” küresel düzeyde bir ahlakî sorumluluğa dönüştürüyor.
Scheper-Hughes’un küresel organ trafiğinin izini süren çalışması, dünyanın “dışlanan” kesimlerinin yani mültecilerin, evsizlerin, sokak çocuklarının, yaşlanan fahişelerin, sigara kaçakçılarının, kapkaççıların organlarını satmaya zorlanmasını verilerle anlatıyor. “Dünyanın yoksullarının, iktisadî, ahlakî ve dahi fizikî anlamda, dünyanın zenginlerinin içinde yer ettiği bir devir bu” diyor Scheper-Hughes; sonuçta, onun verdiği gerçek örneklerden Alman sosyolog Ulrich Beck’in yaptığı özetle söylersek, “Müslüman böbrekler Hıristiyan kanını temizliyor. Beyaz ırkçılar siyah adamın akciğerleriyle nefes alıyorlar. Sarışın bir şirket yöneticisi, dünyaya Afrikalı bir sokak çocuğunun gözünden bakıyor. Laik bir milyoner Brezilya’daki bir kerhanede çalışan Protestan fahişeden alınan karaciğer sayesinde hayatta kalıyor.” Evet, organ naklinin “sınıfsal” istikameti, Güney’den Kuzey’e, yoksuldan zengine, siyahlardan ve esmerlerden beyaz tenlilere, kadından erkeğe ve erkekten daha varlıklı erkeğe doğru… Ama Beck,Eurozine’daki makalesinde, zenginlerin bedenleri yoksulların organlarıyla böyle yamalanadursun, insanın “içinde bu denli yer etmiş” bir “küresel öteki”nin artık “öteki”olmadığını, olmaması gerektiğini de kavramamızı istiyor.
Af Örgütü’nün Başbakan’a mektubu
Uluslararası Af Örgütü Türkiye şubesi, Başbakan Erdoğan’a 5 ekim tarihli bir mektup gönderdi. Mektup, Türkiye’nin Uluslararası İktisadî, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi Seçmeli Protokolü’ne taraf olması çağrısında bulunuyor. Çağrı şöyle de özetlenebilir aslında: Af Örgütü, Başbakan’a “Küresel demokrat ol” diyor.
Bu uzun isimli sözleşme, 1966’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndan çıkmış bir metin; Türkiye de imzacı… “Seçmeli Protokol” ise, yine BM’de 2008’de kabul edildi; “küresel öteki”nin hakları için küresel bir mücadele zemini açmayı öngörüyor. En güçsüzleri, en yoksulları sadece “sözle” kollamayı değil, onların hak arama imkânlarını küreselleştirerek, ülkelerin yönetimlerini eşitlikçi ve demokrat olmaya zorlamayı hedefliyor. On ülke taraf olduğunda uygulamaya girecek olan sözleşmenin hâlihazırda kırk kadar imzacısı ve sadece üç tarafı var.
Protokol uygulamaya girdiği zaman, “yeterli barınma, beslenme, suya erişim, sağlık, çalışma, sosyal güvenlik, eğitim gibi hakları ihlal edilen ve kendi ülkelerinde adalete erişememiş bireylerin ve grupların bir çözüm bulunması için Birleşmiş Milletler’e başvurabilmelerine imkân tanıyan bir mekanizma” da işlemeye başlayacak.
İlk bakışta, “kaotik” bir düşünce ya da uluslararası bürokrasi içinde yok olmaya mahkûm bir çaba gibi görünebilir. Ama küreselleşmenin tek özelliğinin “eşitleyiciliği” olmadığını, bu sürecin aynı zamanda“eşitsizlikten beslenen” bir yönü de olduğunu bilmek, buna karşı, küresel mücadele kanallarını attırmamızı gerektirmiyor mu?
Af Örgütü Türkiye Şubesi Direktörü Murat Çekiç’e göre, protokole taraf olmak, “hükümetin insan haklarının korunmasına ve yoksulluğun hem yurt çapında hem de uluslararası anlamda ortadan kaldırılmasına yönelik bağlılığını güçlü bir biçimde ortaya koyması”için fırsat olduğu gibi, “diğer devletlere, tüm insan hakları ihlalleri mağdurlarının adalete erişimlerinin zamanı geldiğini hatırlatan önemli bir işaret” de olacak. Sizce Başbakan, Çekiç’in mektubunu okumuş mudur?
Yorum Yap