Lekeli zihinlerimize günışığı değince…

  • 4.02.2012 00:00

Onu ilk kez, Orta Avrupa yazının beyaz ışığı içinden kendi karanlığıyla ilerlerken görürüz. Bir arabaya kapatılmıştır, bir yere götürülmektedir. Elleri, kolları, beli, çenesi, gözleri, sanki her biri geçmişin ayrı bir parçasına isyan edip, her biri ayrı bir geleceğe erişmek istercesine birbiriyle çekişirken, onları zaptetmeye, yerli yerinde tutmaya, her bir parçasını bir diğeriyle yoğurup yumuşatarak, tek bir bedenin içinde uysallaştırmaya çalışır, beceremez. Derisinin içinden dışarı çıkmak isteyen yabani bir yaratıkla boğuşur gibi boğuşur kendi vücuduyla. Sesler ağzında bir türlü billûrlaşmaz; ya kısa kesik zoraki cümlelerle belli belirsiz ya da yılların, sadece bilmekle yetinen suskunluğu şimdi bütün tazyikiyle içinden boşanırcasına, kelimeleri kusarak konuşur.

Yıl 1904’tür. Zürih yakınlarındaki Burghölzli Psikiyatri Kliniği’ne bırakılan Sabina Spielrein, Rus Yahudisi zengin bir ailenin on dokuz yaşına henüz basmış, giderek sosyal çevrede taşınması imkânsız bir yük halini alan dengesiz kızıdır. Genç bir doktor, ilk hastası olarak kabul eder onu, “histeri” teşhisi koyar ve tedavisi için tıbbın tanrılarının o günlerde kâfirlikle eşdeğer saydığı gayet radikal bir yöntem öngörür: Hatırlamak ve konuşmak.

Sabina, bu yöntemle yavaş yavaş iyileşmeye başlayacak, iyileştikçe doktoruna daha çok aşık olacak, ondan ayrılmak zorunda kaldığında acı çekecek ama yedi yıl içinde kendisi de diploma alıp dünyanın ilk psikanalistlerinden biri olarak çalışmaya koyulacak kadar da aklına ve vücuduna sahip bir kadına dönüşecektir. Sabina’yı kendi kurtuluşuna vardıran süreç, genç doktoru ile –ileride yolları tamamen ayrılacak da olsa– o sıralar genç doktorun hâlâ “manevi babam” diye söz ettiği ve yöntemlerini sadakatle uyguladığı ustası arasındaki, yani Carl Jung ile Sigmund Freud arasındaki o pek meşhur on üç saatlik sohbetin de vesilesi olur. Dahası, Sabina’nın her “oluş”un bir “yokoluş”la başladığını, her hazzın içinde ıstırabın gezindiğini anlatan bitirme tezi, Freud’un zihnine yerleşecek ve zamanla onun yazılarında, “ölüm dürtüsü” olarak tercüme edecektir kendini.

Biz, David Cronenberg’in çoğu zaman fazla derinleşmese de, yer yer dokuya nüfuz ederek ilerleyen anlatımında bir yandan aşkın marazî hallerine, bir yandan da psikanalitik yöntemin doğuşuna tanıklık ederiz. Filmin adı da buradan gelmektedir zaten; A Dangerous Method (Tehlikeli Bir Yöntem). Cronenberg bize bu ayrıntıyı göstermez ama, tam da o sıralarda, Amerikalı psikolog ve felsefeci William James, Cenevre’deki meslektaşı Theodor Flournoy’a yazdığı mektupta, Freud hakkındaki izlenimlerini anlatmaktadır. James, “Sabit fikirlere sahip bir adam” der psikanalizin kurucusu için, “onun şu rüya teorisi, kendi hastalarımda işime yaramadı. Ve tabii, sembolizmçok tehlikeli bir yöntemdir.”


Kendisi değil, hatırlattıkları tehlikeli

Geride bıraktıkları arasında Jung’un mantra misali tekrarladığı “Tesadüf yoktur” sözü de olan bir filmin ardından bunu söylemem biraz tuhaf kaçacak ama, evvelki akşam A Dangerous Method ’ı bana izlettiren arkadaşımın, o sırada okuduğum kitaptan haberi yoktu ve ne “tesadüftür” ki, her sayfasında, sembolizmin tehlikesini teyid eden, daha doğrusu esas tehlikenin sembollerin deşifre ettiği şey olduğunu düşündüren bir kitap bu; o şeye “hafıza” diyelim. Jung’dan, Freud’dan pek az dem vuruyor kitap, bir bütün olarak psikanalizi mesele yaptığı da söylenemez; daha ziyade, “hafıza bilimi”nin tarihini anlatıyor ve anlatırken de, bazen bir imge ya da bir önerme sayesinde zihnimizde aniden şimşeklenen, bazen de bir rüyanın ya da bir ihtiyacın muhtemel anlamlarını meşakkatle deşerek erişebildiğimiz hatıraların, içine gömülüp kaldıkları o karanlık mahzenden yukarıya, çıplak ışığa çıkmalarının her zaman –Sabina’ya olduğu gibi– “sağaltıcı” değil, kimi zaman da yıkıcı, hatta ölümcül sonuçlar verebileceğine dair uyarıda bulunuyor.

Amerika’da geçtiğimiz ay piyasaya çıkan kitabın akademik bir dili ve metodolojisi olmasa bile, bilgilendirmeye odaklı dolaysız bir üslûbu, benim gibi okul kaçkını müzmin öğrencilere “ders anlatan” bir havası var. Memory: Fragments of a Modern History (Hafıza: Modern bir Tarihin Fragmanları), Chicago Üniversitesi’nde tarih doçenti olan yazarı Alison Winter’ın en baştan ilan ettiği üzere, “hafıza biliminin sosyal tarihine, hatırlamanın tarihine ve aklın kültürel tarihine”bir bütün olarak değil, fragmanlar halinde, hafızayla ilgili temel tezleri ayakta tutan farklı tecrübelere odaklanarak bakan, kapsamını son yüzyılla sınırlamış bir çalışma. İşin ilginci, sadece tıbbın marifetleri, yani psikolojinin ve nörolojinin tespitleri değil, hukuğun ve medyanın hafızanın gerek kullanımı, gerekse oluşumunda üstlendiği işlev de bu çalışmada önemli yer tutuyor.

Winter tümevaran bir yazar; birbirinden çok farklı tecrübeleri, davaları, deneyleri birbirinin peşisıra anlatıp, sonra bütün bunların, hafızanın aslında “ne” olduğu konusunda, halen her ikisi de geçerliliğini koruyan iki temel ve zıt teze kaynaklık ettiğini anlamamızı sağlıyor. Bilimin, iki ayağı iki ayrı teldeki bir cambaz misali akrobasi yaparak, ağırlığını kâh birine kâh diğerine vererek üzerlerinde ilerlediği bu tezlerden ilkine göre, hafıza en nihayetinde “otantik” bir şey; beynimizin kıvrımları arasında duran, gitmesek de görmesek de bizim olan bir köy.Beyniniz, hayatın önemli– önemsiz bütün anlarını, her sabah uyandığınız yatakta tavana bakarken gördüğünüz çatlağın şeklinden tutun da, hayatınızı değiştiren o büyük kazadan önce işittiğiniz son fren sesine kadar her tecrübeyi kaydediyor ve onları, kapasitesi artık kim bilir kaç “yottabyte”lık devâsâ bir kütüphanede saklıyor. Hatıralarımız, onları hatırlayıp hatırlamamamızdan bağımsız olarak oradalar, aklımızda duruyorlar, otantik, sabit ve bizimler. Bu tez, herbirimizi yaşadıklarımızın toplamından ibaret gören, benliği tecrübelerden müteşekkil sayıp, benlikler arasındaki farkı da tecrübelerin farklılığıyla açıklayan gayet gündelikleşmiş bir felsefî bakışla da esasen örtüşüyor.

Diğer tez ise, hafızayı yaşanmışlıkların bir toplamı, objektif ve otantik bir haslet, sansürsüz, eksiksiz ve sabit bir kayıt gibi görmüyor; bu ikinci teze göre, sonradan oluşturulmaya müsait bir şey hafıza, inşa edilen bir şey, bireysel olduğu kadar, sosyal bir yapı. Hafızamız, tecrübelerimizi eksik ve yanlış kaydetmeye meyyal olduğu gibi, bizzat yaşamadığımız ama yaşadığımıza inandığımız ya da inandırıldığımız şeyleri de kendisinin kılabiliyor. “Çok iyi hatırlıyorum” diye başlayan bir cümle, “güvenilmez” bir cümle çoğu zaman; hafıza dediğimiz şey de, hiçbir zaman sadece bizim olmayacak olan bir yolgeçen hanı.


Cinayeti itiraf eden masum

1906’da, Chicago’da, Al Capone’un henüz kısa pantalonlu bir çocuk olarak koşuşturduğu işçi sınıfı mahallelerinden birinde, yirmili yaşlarda zengince bir kadın tecavüze uğrayıp, telle boğularak öldürüldü. Boş bir arsaya bırakılan cesedi, Richard Ivens adında genç bir marangoz buldu. Polis hemen Ivens’ı sorgulamaya başladı ve birkaç saat sonra, cinayeti işlediğine dair imzalı bir ifade aldı ondan. Cani, suçunu hemen itiraf ettiğine göre, dava da tek duruşmada “aç-kapa” usulü bitecekti elbet.

Öyle olmadı; Ivens ifadesini değiştirdi, cinayetle ilgili hiçbir şey bilmiyordu, niye itiraf ettiğini anlayamıyor, polislerin sorularıyla hipnotize olduğunu, anlattıkları hikâyenin bir an için gerçek gibi göründüğünü, yaşamadığı şeyleri hatırladığını söylüyordu: “Heyecanlanmıştım, aklım karışmıştı, sürekli soru soruyorlardı, ben sadece ‘evet’ diyordum.”

Aslında cinayet saatinde Ivens’ın başka yerde olduğunu söyleyen tam on iki bağımsız tanık vardı; maktûlle Ivens’ı birarada gören olmamış, adamın üzerinde, evinde, işyerinde cinayete bağlanabilen hiçbir bulgu elde edilememişti; üstelik sanık, itirafı sırasında “Bir ara kendimden geçtim” gibi hatırlanması imkânsız şeyler de anlatmıştı. Buna rağmen Ivens’ın avukatları, savunmalarını “sahte itiraf,” daha önemlisi “sahte hafıza” üzerine kurdular, çünkü elinde imzalı bir itiraf olan mahkeme başka hiçbir karşıt bulguyu önemsemiyordu. Haliyle, adlî tıbbın ilerlemediği günlerdi; DNA keşfedilmişti ama DNA testi sonuçlarının mahkemeye kanıt olarak ilk kez sunulmasına seksen iki yıl vardı daha.

Ivens’ı sadece hukukçular değil, dünyanın dört yanından psikologlar da savundular. Başı o sırada ikisi de Harvard’da çalışan William James’le Hugo Münsterberg çekti. Bugün “uygulamalı psikoloji”nin babası sayılan Münsterberg, “insanın sahte hatıralara inanmasının mümkün ve hafızanın da büyük ölçüde inşa edilebilir bir şey olduğu” üzerine bildiri hazırlayıp, Yüksek Mahkeme’ye sundu. Nafile. İdam cezası hızla onanan Ivens, kısacık bir son sözle çıktı darağacına: “Masumum.”


Hayalle hafıza arasında ensest

Ivens’ın davasıyla daha ilk faslında mahkeme salonuna giren kitap, “adlî bir olgu” olarak hafızayı çeşitli örneklerle son faslına dek anlatının merkezinde tutuyor. 1962’de, Ohio’da birçok tanığın gözü önünde tabancasını alıp, karısının sevgilisini öldürmeye giden Arthur Nebb adlı katilin, savunmasını“hafıza kaybı” üzerine kurmasından sonra, avukatlarının rızasıyla, duruşma esnasında uzmanlarca hipnotize edilmesinin hikâyesini okuyorsunuz mesela; Nebb’in hipnoz altında “canlanan” hatıralarını aktarırken, suçu hafifletici nedenler sıralamasını ve sonuçta “kasıtsız adam öldürme” suçundan, nispeten az bir cezayla kurtulmasını yarı-şaşkın bir halde izliyorsunuz.

“Otantik hafızanın her zaman yerinde durduğu, meselenin ona erişmekte olduğu” fikrinin psikanalizin temeli olduğunu düşünürseniz, hukukçuların hatıraya “hakikat” muamelesi yapması o kadar da tuhaf değil belki. Nihayetinde, birçok adlî hüküm, “tanıklıklara” dayandırılıyor ve tanıklık etmek de zaten başlı başına bir “hafıza egzersizi.”

Bu egzersizin karmaşık sonuç verdiği bir diğer süreç, ABD’de 1990’larda adeta bir salgına dönüşen ensest davaları Winter’a göre. 1989 kışında bir gün, Eileen Lipsker adlı Kaliforniyalı bir evkadını, yedi yaşındaki küçük kızının tek bir hareketi sayesinde yıllarca bastırdığı bir hatırayı gözünde canlandırıyor. Kızıl saçlı kız yerde oturmuş resim yaparken birden kafasını kaldırıp ışığa bakıyor ve annesi, kendisi küçük bir kızken, kızıl saçlı bir arkadaşının aynı şekilde kafasını kaldırıp baktığı ânı hatırlayıveriyor. O ânın devamında, babasının elinde bir taşla yaklaşarak, Lipsker’ın sekiz yaşındaki arkadaşını öldürmesinin tam yirmi yıl boyunca “unutulmuş” tanıklığı var. Bu tanıklık davaya dönüşüyor ve mahkeme, Lipsker’ın ifadesine dayanarak, babası George Franklin’i, Lipsker’ın çocukluk arkadaşı Susan Nason’ı taciz ettikten sonra taşla başını ezerek öldürmekten mahkûm ediyor. Dahası, Lipsker’ın bir anda “uykudan uyanan” fotografik tanıklığı, doğrudan kendisini hedef alan tacizle ensestin görüntülerini de kapsıyor.

Bu dava, ABD’de “bastırılmış” ve “kurtarılmış hafıza” kavramlarının hukukî kabul görmesinde emsal oluşturmuş ve izleyen yıllarda, feminist hareketin de öncülüğüyle, tam bir ensest davaları furyası başlamış. Derken, zamanaşımı sınırı, yine “hafıza” temelli bir argümanla yeniden düzenlenmiş. Bu yeni düzende, ensestle ilgili “adlî saat,” suç ânından itibaren değil, ensest mağdurlarının neye maruz kaldıklarını “hatırladıkları” andan itibaren işletilmeye başlıyor. Suçun kendisini değil, hafızasını esas alan ve mağdur hakları açısından devrim sayılabilecek bu değişiklikten sonra, yüzlerce“ensest” vakası mahkemeye taşınıyor.Winter bu vakaları anlatırken, taciz mağduru çocuğun yıllar sonra canlanan hafızasına güveni esas alan bir hukuk anlayışının bazı durumlarda nasıl yanılabildiğini de çok çarpıcı örneklerle ortaya koymuş. Gidilmeyen, görülmeyen, kıvrımlar arasında saklı dururken, birdenbire gün ışığına çıkıveren o ücra köy, “hakikatin ta kendisi” olmayabiliyor her zaman. Bir ensest mağdurunun yaşadığı korkunç olaya ilişkin “kurtarılmış” hafızası ne kadar gerçekse, mağdur olmayan bir kişinin hiç yaşamadığı bir ensest tecrübesine ilişkin “inşa edilmiş” hafızası da o kadar gerçek olabiliyor.


Unutarak yok olmak, unutarak var olmak

Çoğumuz şu gri boşluğu biliriz: “Başroldeki adamın adı neydi ya, hani canım esmer, yakışıklı, Oscar da aldı, ‘G’ ile başlıyor, dilimin ucunda, hadi söylesene, bulamazsam yandım, aklımı başka şeye veremem şimdi, Allahtan Google var…”

Yıllar geçtikçe ve her an biraz daha ölerek yaşadıkça biz, giderek daha sık tekrarlanan bu bocalama anlarını tebessümle karşılamamız mümkün, tabii. Ama, zamanın görünmez silgisinin hafızamızda gezinmesine gizlice içerlemek, her unutuşta biraz daha eksildiğimizi hissetmek de pekâlâ mümkün. Benliği tecrübelerinden, dolayısıyla da hatıralarından ibaret sayan bakış, “az” yaşayanlar gibi, “az”hatırlayanları da azımsamaya fena halde muktedir çünkü. Böyle yazınca, çoğumuza “yabancı” geliyor belki ama Winter, Alzheimer bahsinde, bu gaddar bakışa aslında ne kadar “aşina” olduğumuzu hatırlatıyor: “Alzheimer hastaları hafızalarını önemli ölçüde kaybettiklerinde, dehşete kapılan dostları genellikle, hastanın benliğinin ufalandığını ya da bir şekilde silinip gittiğini, o kişinin artık ‘kendisi’ olmadığını söyleyiverirler.”

Benliğimizi hafızamızla özdeşleştiren bu bakış, hepimizin şu ya da bu ölçüde mağdur olduğu unutkanlığımızı da “yokoluşun” başlangıcı gibi algılatabilir bize. İşin tuhafı şu ki, bazen de varolmak için, başa çıkabilmek, yola devam edebilmek için muhtacız unutmaya. Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan) filmini bilirsiniz. Charlie Kaufman’ın müthiş senaryosunda, Joel hayata tutunabilmek için, bir yandan eski sevgilisi Clementine’in hatıralarını “kısmî amnezi” sağlayan bir elektronik yöntemle beyninden sildirirken, bir yandan da hafızası, inatla Clementine’e tutunuyor, o aşkın hatıralarını beyninin belli kısımlarını silen makineden saklayabileceği gizli bölmeler arıyordu.

Memory’yi okurken, Kaufman’ın gönüllü “kısmî amnezi” fikrinin fanteziden ibaret olmadığını düşünmeye başladım. 2001’de, Pentagon’un, Amerikan askerlerinin savaşa ilişkin hatıralarını silme ihtimali üzerinde duran bir proje, dönemin Başkanı George W. Bush’un isteğiyle toplanan Biyoetik Konseyi’nde ele alındığında ortaya çıkan muhalif görüş, Konsey’in resmî raporuna bakın nasıl yansımış:“Hatıraların redaksiyondan geçirilmesi, insanları hakikatten ve gerçek benliklerinden koparabilir. Bu işin potansiyel tekniği, utanç verici davranışları daha az utandırıcı, korkunç eylemleri gerçekte olduklarından daha az korkunç bir hale getirme riski taşıyor… Travmatik olaylar sırasında hafıza kütleştiricilerin kullanımı, normal ruhsal işleyişe ve duygusal açıdan yüklü hatıraların bireyin uyumu açısından taşıdığı işleve müdahale edecektir. Duygusal açıdan yüklü bir hatıra uzun süre unutulmaz, çünkü biz biraz da onun sayesinde öğrenir, uyum sağlar ve hayatta kalırız.”

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar