Mutsuz evlilikler, zor ayrılıklar, sağlam cümleler

  • 3.03.2012 00:00

* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYORadlı köşede yayımlanmıştır.

***

"Cümle, insana kendini yalnız hissettiren bir yerdir.” Ben onu ilk bu cümleyle tanıdım. Yazmak öğrenilebilir bir şeymiş gibi yapan öğrencilere hitaben söylemiş bunu. “Dile, gecikerek ve tuhaf yollardan vardım ben” diye başlayıp, “kitap niyetine sadece telefon rehberi ve bazı boyama kitapları bulunan bir evde büyüdüm” diye devam eden bir konuşmanın orta yerinde. Yazarların dile, yazıya varışlarının hikâyesini merak ederim ben. Ama hikâye, nasıl yaşadığını nasıl yazdığından daha fazla önemsediğini eleveren, kendine körkütük hayran bir yazarın “hisli”terennümlerine dönüştüğü vakit, alıp başımı giderim genellikle; başka bir yazar, başka hikâyeler ararım. 2008 eylülünde Columbia Üniversitesi Yazma Programı öğrencilerine yaptığı konuşmayı okuduğumda, Gary Lutz’u bırakıp gidememiştim. Kelimelerin “son çare” muamelesi gördüğü bir başlangıcı tarif ediyordu orada; konuşmayan, konuşamayan bir aileyi anlatıyordu: “Eğer bütün diğer yöntemler başarısız kalırsa konuşurdunuz… Kelimeler kesinlikle içimde değildi benim. Fazla dinleyenim yoktu ve kendimi dinlemiyordum. Söylediğim şeyler, ânında sahipsiz kalan sesler halinde dökülürdü dudaklarımdan.”

Kendi sessizliğinde mahpus kalmış herkes anlayacaktır bunu. Göğsünde her an taşmaya hazır bir çığlık taşırken bile boğazındaki düğümü zinhar çözemeyen bir can, sesini bulamamamın ne demek olduğunu bilir. Konuştuğu, işittiği, okuduğu bir dile ömür boyu hep biraz yabancı kalanların farkı ise, bu müebbet cezayı hiç farkına varmadan, tahliyeyi bir ihtimal olarak bile akıllarına getirmeksizin çekmeleri olmalı.

Lutz’un dilsizlikten tahliyesi çok uzun sürmüş. Ailesinden uzaklaştığı okul yıllarında önce okumaya, sonra konuşmaya, nihayet yazmaya başlamasını, dilin yapısına ilişkin keşifleriyle dilimlediği bir zamana yayarak anlatışını okumak, içinden sürgün veren bir ağacın kabuğunu çatlatıp yavaş yavaş budaklanmasını izlemeye benziyor. Onun ilk gençlik yıllarına ait şu tenha görüntü mesela, hayatını hiç okumadıkları kitaplarla başbaşa geçiren nice yalnıza tanıdık gelecektir: “Şöyle bir an için bakan herkes, burnunu kitaba gömmüş bir çocuk olarak tarif edebilirdi beni ama hiçkimse okumadığımı fark etmezdi. Kitaplara meyletmeye başlamamın tek nedeni vardı. İnsanı olduğu yerde tutan bir aksesuardı kitap, bir payandaydı, tutulacak bir şeydi, basit bir meşgaleydi ellerim için.”

Sonra bir gün fen dersinde karıştırdığı bir kitapta, mıknatıslarla ilgili bir bölüm, konusuna uygun biçimde kendine “çekmiş” onu; belki de ilk kez bir şeyi baştan sona dikkatle, gerçekten okumuş ve dile ilişkin bir keşif yapmış: “Katı, sağlam, elle tutulabilir bir şeydi kelime. Kelimenin madde olduğu, dokunulabilir bir gerçekliği olduğu, bir küp gibi hacimli olduğu benim için yepyeni bir bilgiydi. Sadece sayfanın üzerindeyken, düz ve kesafetten yoksun görünüyordu. Ama ağızda ve zihinde üçboyutluydu her kelime, içinden filizlenip çıkan ya da sözdizimsel mezrasında gömülüp kaybolan parçaları vardı.”


Onu benden çıkarma, aramızdaki farkı bul

Lutz, hâlen Pittsburgh Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı dersi veren, her kitabı ne anlattığından çok nasıl anlattığıyla konuşulan bir hikâyeci, şair, dil ustası; Amerika’da, ticari değeri şüphe götürse de edebiyattaki yerinin kalıcı olacağı tahmin edilebilen kitapları küçük kârlarla basarak ayakta kalan“indie” (bağımsız) yayınevleriyle özdeşleşmiş bir yazar. Lutz’un konferanslarını, ders notlarını, söyleşilerini okurken, onun edebî hırsı da, kafanızda kendine bir tarif buluyor: “Okumayı sevdiği gibi, yazmayı öğrettiği gibi yazmak.” Yazı üzerine telkinde bulunan her yazar için aynı tarif yapılabilir belki, ama her yazarın eserini ahkâmına uydurmayı Lutz kadar iyi başardığından emin değilim. Meramımı anlatabilmek için onun Columbia konuşmasına, özellikle de cümlenin yalnızlığı üzerine söylediklerine döneceğim, ama önce bana bu yazıyı yazdıran son kitabından söz etmek istiyorum.

Divorcer (“Boşayan” diye çevirmek mümkün bunu, ama kitaptaki anlatıcılara hâkim hâletiruhiyeyi“Boşanan” kelimesi daha iyi karşılıyor) yine her haliyle“indie” bir kitap; el kadar, cep kadar bir şey; hepi topu yüz on sayfasını bir kupa dolusu koyu kahve içimliğinde okuyabildim ben. Ama sayfaları bittiğinde kitap bitmedi. Bitmiyor.

Lutz, sonlanan evlilikleri, ayrılan sevgilileri, birbirlerinden kopan ve kopamayan çiftleri anlattığı, olayların akışıyla değil ama duygusuyla biri diğerine eklemlenen, isimsiz karakterlerin birbirinin sesinde eridiği yedi küçük hikâye yazmış. Hiçbir hikâye, hatta hiçbir karakter tek başına kalıcılaşmazken, kitabı kapadığınızda, bütün hikâyelerin bütün karakterlerinin ortak bir koroda buluşup size çoksesli bir şarkı söyledikleri hissine kapılıyorsunuz. Kitaptan kalan da o şarkı işte.

Divorcer ’ın Türkçeye gecikmeden çevrilmesini dilerim ama bu küçük kitabın büyük bir tercüme mahareti gerektireceği kesin. Zira Lutz, hikâyelerinde kendi zihinleri ve birbirleriyle kurdukları mahrem ilişkiler kadar, dillerinin ya da dilsizliklerinin içinde de kısılıp kalmış insanları anlatıyor. Üstelik neredeyse her cümlesinde hem kelimelerin gündelik kullanımlarını eğip bükerek sürprizli bir aforizma pırıltısı yakalıyor, hem de etin incecik zarını bıçağın sivri ucuyla ayıran bir kasap misali kabalıkla inceliği mükemmel biçimde buluşturarak yapıyor bunu. Bir kelime fazla ya da eksik ya da yanlış yerde olsa yazının yırtılacağı, mânânın kanayacağı kesin.

“Boşanan” adını taşıyan ilk hikâyede bir erkek boşanmasını anlatırken, “Bir erkek ne kadar geriye gitmeli” diye sorarak ve hemen ardından karısının, daha önceki sevgilisinden ayrılmasını anlatmaya başlayıp kendi kendini cevaplayarak giriyor söze. Çok geçmeden, hükmü “Meyve sıkacaklarımız ve bazı CD’lerimiz çiftti artık, ama hayatlarımızın çiftleşmesine yol açmamıştı evlilik” diye verilebilen bir ilişkinin mûtat derslerine tanık oluyorsunuz. Karısını, “Ara ara vücudunu gözden geçirir ve sonra gardrobunu buna uyarlardı” diye anlatıyor adam, “kısa şık bir elbisenin yerini, çizgileri daha ziyade bir pançonunkini andıran bir şey alırdı mesela.” Bu acıtıcı gözlemin gerisinde, nihayetinde beşerî varoluşun fena halde planlı bir hali olan evlilikle, tabiatı gereği plana pek gelmeyen seks arasındaki ilişkiyi, evlilikten de seksten de bahsetmeksizin mükemmel özetleyen bir hayat bilgisi olduğunu az sonra anlıyorsunuz: “İnsan vücudu, onun için yaptığınız bütün planları boşa çıkarmak üzere tahayyül edilmiştir.” Oysa pek çok ayrılık gibi bu da,‘ben’ dediklerimizin birbirini, bedenlerimizden bile önce terk ettiği bir ilişkinin sonunu simgeliyor:“İkimiz de, kulağa mikrofona söylenmiş gibi ve öylesine yapılan konuşmalardan çok daha yalnız gelen bir diyalog dışında hiç konuşmuyorduk.” Boşanmak ise, bir kayıptan ya da bir kurtuluştan ziyade, aradaki mesafenin hakkını vermekle ilgili bir şey belki: “Kâğıtların imzalandığı günler ikimizin de ayrı ayrı cehennemlerin zaman dilimlerinde olduğumuz bir sırada geldi geçti. Özür dilerim ama bizim zamanımızda, okulda çıkarma işlemini başka türlü tarif ediyorlardı. ‘Bunu şundan çıkarın’ değildi mesele; hiçbir zaman bir eksi meselesi değildi. ‘Aradaki farkı bulunuz’du. ‘Elli dört ile otuz bir arasındaki farkı bulun’ mesela. Hadi bakalım, yapın bunu. Onunla benim aramdaki farkı bulun.”


Çekilmeye değer bir acıysa, istemişsinizdir

Dört sayfayı biraz aşan kısacık hacmiyle “The Driving Dress” (Sürücü Elbisesi) hikâyesinde ise, ikinci karısından boşanan bir adam hem evliliğinde hem de evlilik sonrasında içine düştüğü boşluğu yine, eti delmeden zarını ayıran cümlelerle anlatıyor: “Atlanan âdetler ve kürtajlar olmaması anlamında temiz bir evlilikti bu. İkimiz de karşımızdaki sevgiliye pek bir şey tıkıştırmıyorduk. Kiraladığımız dairede karıncalar vardı ve aldığımız karınca zehrinin üzerinde onları hemen öldürmek yerine, kendilerinin de bir şeyler elde edebileceğini hissetmelerine izin vermemiz gerektiği yazıyordu.”

Ayrılık sonrası bir başka apartman dairesinde yalnız kalan adam, bu kez “Boşanmanın evliliğin zıttı olmadığını unutup duruyordum; nikâhın zıttıydı boşanmak” diye hatırlatma ihtiyacı duyuyor kendine: “Boşanmadan sonra, daha fazla daha fazla boşanma gelmiyor. Boşanmadan sonra gelen, benim durumumda, en basitinden hacimli bir zaman oldu, cismin katı halini almış bir zaman, becerebildiğimde kenara itmem gereken büyük bloklar halinde bir zaman, ama ben çoğunlukla bu blokları, bir tür kaleye benzeyen bir şey inşa edecek şekilde kendi etrafıma yığıyordum ve zaten aynalardan uzak durduğum, el yordamıyla traş olduğum, vücudumu görmemi engelleyecek şekilde aşırı köpüklü banyolar yaptığım apartman dairesinin içinde kendime daha dar bir daire daha inşa etmiş olmakla kalıyordum sonunda.” Bu boşluk ve bu zamanda hapsolmuşluk hissini anlamaya başladığınızda, adamın boşandığı karısının geride bıraktığı elbiseleri gizlice giyebilmek için zayıflamak istemesi de ilk okuduğunuzdaki kadar tuhaf gelmiyor size.

Lutz’un hikâyelerinin gücü biraz da burada sanırım; her acıda, her parçalanmada kendini yeniden bütün hissetmek için hep aynı kadına dönen bir adamın tanıdık yüzü kadar, mesela “I Have To Feel Halved” (Kendimi Yarılanmış Hissetmeliyim) hikâyesinde, “minyatürüm” dediği, kendinden yirmi iki yaş küçük erkeğe olan bağlılığını “Benim yalnızlığımın onunkine evsahipliği yapması veya tam tersi de olsa bu, onun anlık sadakatini hissediyordum ya da giderek daha fazla kemerleniyordum ona” diye anlatan ihtiyar bir adamın yabancı duygularını da aynı ustalıkla yakınınıza getiriveriyor. “Womanesque” (Kadınsı) adlı hikâyede ise, homoseksüel bir ilişkiden heteroseksüel bir ilişkiye geçip, sonunda iki ilişkisini de bitiren bir adamın, “her yolda aşksız ve nefretsiz” kalışını okurken, kadın ya da erkek olmanızdan, bir kadından ya da bir erkekten kopmanızdan bağımsız bir hakikat çarpılıyor yüzünüze: “Gerçekten çekmeye değer her acının özel bir hilesi vardı: bu acıyı istemiş olmanız gerekiyordu.”

Lutz, Columbia’da o kadar sabrı da, sabretmeye niyeti de olmayan öğrencilere seslendiğini biliyordu kuşkusuz, yine de, yazmanın ne olduğunu gerçekten anlamaya ve gerçekten yazmaya ancak üniversiteyi bitirdikten on yıl sonra başlayabildiğini dürüstçe söylemiş konuşurken. Onun “gerçekten yazmak” dediği ancak her bir cümlenin hakkını vererek yapılabilecek bir iş; bu da her cümlenin“orgazmik bir zirvenin kudretine ve duygusuna sahip olması demek.” Lutz’un kurmak istediği anlatı, yine onun sözlerinde, “her cümlenin tam ve taşınabilir bir yalnızlığa, vuslata ermiş bir dilin anlık dolaysızlığına sahip olduğu sarp bir sözel topografya” olarak buluyor tarifini; öyle cümleler ki bunlar, sizin onlarla karşılaştığınız kapsamın dışına çıkarıldıklarında bile bir bütünlük, sağlam bir hâkimiyet taşıyorlar; “aforizmaların akustik zarafeti ile büyük ölçüde konvansiyonel bir anlatının yükü taşıyıp yolu tutan cümlelerinin kudretini ve işlevini birleştiren bir haykırış” onlar.

Peki bu haykırışı, tek bir cümlenin dar topografik sınırlarına sığdırma hevesindeki yazar ne yapabilir?“Cümle, yalnız bir yerdir, bir yazarın kendisini en yalnız hissettiği yerdir” diyor Lutz,“yazarların bir cümlenin içinden mümkün olan en kısa zamanda çıkıp, bir sonraki cümleye girişme sabırsızlığı gayet anlaşılabilir bir şey. Çünkü aslında her cümlenin koşulları çok geçmeden –bunu itiraf etsek mi—klostrofobik, hasmâne hatta cehennemî bir hâl alır. Ama bizim bir cümleden diğerine alışılmış bir hızla geçmemiz de çoğu zaman, edebî gayrımenkulümüzün işlenmemiş arazilerini bırakır geriye; dilin içlerine girip gerçekten yerleşemediği cümlelerdir onlar.”

Dile, kelimelere, yazıya bunca geç varan bir yazarın, her bir cümlesi tek başına soluk alıp verebilen metinlerde yeni bir hayat keşfetmesi, sizi benim kadar heyecanlandırıyor mu bilmem. Ama Divorcergibi bir kitap sayesinde o hayatın akışına biraz olsun karışmak, konuşurken, yazarken, hatta belki düşünürken bile biraz daha sabırlı ve özenli olabileceğimizi hepimize hatırlatacaktır sanırım; yüz kırk karakterde cikleyerek pek güzel anlaşabilenlerimize, epey “küflü” bir fikir gibi gelebilir belki bu, ama cümlenin cehennemini sevmeyi öğrenmek bence hepimiz için, her zaman, gerçek ya da sanal her ortamda mümkün.

[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar