Hayatı hakiki kılan sessiz sıradanlıklar

  • 10.03.2012 00:00

Hayatı hakiki kılan sessiz sıradanlıklar

* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYORadlı köşede yayımlanmıştır.

***

Gitmeyi iyi bilirim. Gitmek istemeyi de. Her yerden ve her zaman. Her şeyden ve herkesten gitmeyi. Benim için zor olan kalmaktı hep. Ama gün geliyor, zoru başarıyorsun. Gitmek artık bir ihtimal bile değilmiş gibi sakin, ait olmak hâlâ mümkünmüşçesine mütevekkil, olduğun yerle yeksan duruyorsun öyle. Kalıyorsun. Yaşlanmak biraz da bu sanırım.

Zira gitmek hiçbir zaman kaçmak değildi sadece. Arıyordun. Bulamayacağını, her seferinde biraz daha çok bilerek.

Ben bir ölünün ardından yabancı bir şehirde yürümeyi bilirim. Neyi aradığını tam bilmeden, bulamayacağını kuvvetle hissederek, o şehirde bir ölünün gençliğine uzanıp, onu öyle ebediyen görüş mesafesinde tutma isteğini bilirim.

Annem öldükten bir süre sonra Münih’e gittim. İlk kez. Bir bahane uydurmaksızın. Münih annemin şehriydi. Artık hiçbir şehrin onun olmadığı, olamayacağı bilgisi içimde dilsizdi henüz, sinir uçlarıma kelimelerle dokunmaya hazır değildim. Sessiz günlerdi. Annemin adını bile tekrarlayamadığım felçli günler. Bir sabah, şubat soğuğunda şehri bir baştan bir başa geçerek Münih Müzik Akademisi’ne yürüdüm; eskiden Hitler’in çalışma ofisiyken şimdi çalgıcıların prova yaptığı salonun hemen dibinde, girişteki taş merdivenlerde içim üşüyerek oturup yukarıda akordunu arayan genç müzisyenleri dinledim. Onların ahenge gebe gürültüsü, az sonra hep birlikte yeniden doğuracakları mükemmel eserden daha uygundu ruhuma; konser biletim vardı, gitmedim. Beş asırlık bir masalı günde iki kez anlatan saat kulesi Glockenspiel’in Alman mı Alman kuklalarına baktım boş boş, masaldaki savaşı Bavyeralı şövalyenin kazanması umurumda değildi. Sonra, büsbütün titremeye başlayınca, Altstadt’taki bir pastanede tam da onun yapacağı gibi, önündeki turtaya hiç dokunmadan kahve üstüne kahve, sigara üstüne sigara içen siyah saçlı kadını seyrederek ısındım biraz. Olmuyordu. Hiçbir ses, hiçbir serap işe yaramıyordu; içlerinden geçemiyordum. Gözeneksiz bir ikinci deri gibi tenimi sımsıkı saran ölüm fikrinin dışına çıkamıyor, yeterince soluk alamıyor, anneme bir türlü varamıyordum.

Münih’ten ayrıldım. Kalmayı öğrenmemiştim henüz. Gitmenin nafile olduğunu anlamaya ise daha yeni başlamıştım.

Eskilerden ve yenilerden yeni yazılar

Londra merkezli edebiyat dergisi Granta’nın son sayısının başlığı “Exit Strategies” (Çıkış Stratejileri). Daha önce, Granta’dan defalarca söz ettim biliyorum. Ama bir avuç yazarın birbirini koruyup kolladığı haddinden fazla emniyetli birer kum havuzuna dönen tozlu kitap dergileriyle, onların, en lezzetli edebiyat dedikodularını bile ne kadar biriktirirse sonunda o kadar sığ bırakan kardeşlerinden bıkanlara, Granta’nın her mevsim hakiki bir kurtuluş vaadi sunduğunu hakkıyla anlatabildiğimden emin değilim. Kendi tarifiyle “bir yeni yazı dergisi” bu ve bence, vaadine kendini açan her okura yeni yazının, en azından gerçekçiliğin sınırları içinde duran yeni yazının ne olduğunu, ne olabileceğini hatırlatıyor.

“Exit Strategies,” yenilerle eskileri yeni yazıda buluşturan bir sayı olmuş. 1930 kuşağının iki önemli yazarı Amerikalı John Bart ile Kanadalı Alice Munro, yazma ve düşünme yetilerinin sonuna geldiklerini hissederek yaşlanmanın öfkeli çıkmazını; 1947’li ve iflah olmaz bir New Yorklu olan Ann Beattie eskiyen bir aşkın içinden süzülerek çıkabilenleri; 1964 Saraybosna doğumlu Alexandar Hemon ailesinin savaştan kaçışını, –benim çok sevdiğim— 1977 Lima doğumlu ABD’de mûkim yazar Daniel Alarcon ise, Peru’nun taşrasından Kaliforniya’nın şehir hayatına varabilmeyi anlatıyor. Hepsi de hikâyeyle hatıranın, kurguyla röportajın arasındaki sınırı muğlaklaştırarak, bu muğlaklığı sevdirerek yazıyorlar.

Bana Münih’teki soğuk ve kelimesiz günlerimi hatırlatan ise Claire Messud oldu. 1966 doğumlu bu Amerikalı romancının The Emperor’s Children (İmparatorun Çocukları, Yapı Kredi Yayınları, Ali Cevat Akkoyunlu’nun çevirisi) adlı kitabı, belki de 11 Eylül sonrası New York’unda okuduğum ve o sırada kendimi üç genç karakterine fazlasıyla akran, onların şehirde yeni bir hayat kurma çabasına da fazlasıyla aşina bulduğum için kafamda hâlâ sahne sahne canlandırabildiğim bir romandır. Hem romandan miras bu hisler, hem ailesinin bizim diyara uzanan kökeni ve –hadi itiraf vakti— Flaubert’i sevme biçimini çok sevdiğim için DeLillo’yu sevmeme biçimini bir türlü içime sindiremediğim ve her yazısını bu sırrı nihayet çözecekmişçesine okuduğum Britanyalı edebiyat eleştirmeni James Wood’la evli olması nedeniyle, Messud’un yazdıklarına peşin bir ilgim var. Granta’nın son sayısında da bütün diğer yazılardan önce onun “The Road to Damascus” (Şam’a Giden Yol) başlıklı uzun denemesini okudum; isim çekti, inat çekti, kan çekti!


On yaşında İstanbul’a âşık olmuştu

“2010’un haziranında Beyrut’a gittim çünkü babam ölüyordu” diye başlıyor Messud yazısına, “elle tutulur biçimde mantıksız bu cümle –babam Beyrut’ta ölmüyordu— ama yine de doğru.”

Bu girizgâhı izleyen metinde, bir kızın babasının ölümünden önceki son çıkışı aramasını “içinizde”hissederek okumanız da mümkün, hikâyenin kıyısında durup onu, hayatta “doğru” bildikleriniz üzerine yeniden düşünme vesilesi yapmanız da. Messud’un kanserden kurtulan babasına “İçersen ölürsün” diyen doktorları, hiç içmediği iki yıl sonrasında hastalığa tekrar yakalandığında artık ona söz geçirememişler. “İçtiği için mi öldü; yoksa öleceğinden emin olduğu için mi içiyordu; ya da ölmekten korktuğu ve bunu unutmak istediği için mi; veya artık sadece ölmek istediği için mi bilmiyorum” diyor Messud, sonra nokta koymadan teşhisi koyuyor: “bütün bunların aynı anda doğru olabileceğini anlamak ne tuhaf.”

Babasının ölümü yaklaşırken Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi’nde edebiyat dersi vermeye gitmesini, gözle görülür hızla eriyen bir hastaya, zamanın yine de yavaşlamış göründüğü haftalar, aylar boyunca bakmanın ağırlığını itiraf ederek açıklıyor Messud. Diğer yandan, tıpkı birkaç yıl önce İstanbul’da yaptığı gibi Beyrut’ta da babasını arayacağını biliyor. Ve belki, babası da bunu bildiği için, “Git kızım”diyor.

Cezayir kökenli bir Fransız subayı olan büyükbabasının 1940’larda donanma ataşesi olarak görev yaptığı İstanbul, Selanik ve Beyrut’ta geçmiş Claire Messud’un babasıyla halasının çocukluğu. Tarabya’da, o zaman Notre Dame De Sion Okulu’na ait olan Huber Köşkü’nde eğitim görmüş iki kardeş; Messud kendisinin buraya birkaç yıl önceki gelişini hatırlarken, “İstanbul demek olan, o azameti içinden taşma hali ve oradaki karşılaşmalarımın kesafeti ziyaretime sonradan bir zorunluluk ruhu katmıştı” diyor, “Tabii, İstanbul aynı zamanda babamla bir bütündü. İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında, on yaşında bir Fransız çocukken, ailesiyle birlikte gemiyle ağzına vardığı İstanbul, babamın şuuruyla âşık olduğu ilk şehirdi.”

Bu “ilk aşk”ın, salt yazıya yakışan bir motif olmadığını ise, Messud’un babasının sonradan ABD’ye yerleşince, Harvard’da Türk siyasi tarihi üzerine doktora yapmayı seçmesinden ve 1950’lerde Kanadalı karısıyla yeniden İstanbul’da ve Ankara’da yaşamasından anlıyoruz.


Neyi arayıp da bulamadığını bilmeden

Ailesinin yarım asır önce bıraktığı İstanbul’u kendi İstanbul’unda bulamayan Messud, bu kez elinde, ömrünün sonunda olduğunu bilen babasının çizdiği eski bir haritayla Beyrut’a vardığında, yetmiş küsur sene evvelinin peşinden büsbütün kör bir çıkmaza girdiğini anlamıyor ilkin. Sahici bir heyecanla gittiği şehrin “tutkusuzluğuna ve kendisine tamamen ilgisiz kalmasına” içerleyecek neredeyse; Suudi Arabistan ve Abu Dhabi plakalı limuzinleriyle geceyarısı yedi yıldızlı otellerinden ayrılıp, birşeyler atıştırmak için, Burger King ya da Dunkin’ Donuts gibi kıtipiyoz ve Levant’ın kalbinde kendilerine lüks birer lokanta havası verecek kadar da densiz yerlere giden ceptelefonlu, kefiyeli gencecik Arap milyarderlerini seyrediyor öyle yarı şaşkın bir halde.

Babasıyla halasının ilkokula başladığı Rue de Damas (Şam Sokağı) yerinde duruyor durmasına ama yüksek ofis binalarından, lüks apartmanlardan, pahalı dükkânlardan geçilmiyor. Babaevinin olduğu Eşrefiye Sokağı’nı ise tanıştığı her Lübnanlının “Ortadoğu’nun eğlence merkezi” diye vaftiz ettiği“fantazi şehrinin” çeperlerinde arıyor, arıyor, arıyor, uzun süre bulamıyor, ve sıradan apartmanların yanyana dizildiği tozlu sokak “sanki bir sihirle saklanmış ve sihir bozulunca da zuhur etmişçesine” günler sonra nihayet karşısına çıktığında, her savaşta yıkılıp yeniden yapılmış plastik haliyle hiç de etkilemiyor Messud’u.

“Beyrut’tan ne istiyordum? Orada babamla, altı ya da dokuz yaşındaki, kısa pantalonlu, uzun çoraplı, bir tutam siyah saçı sürekli biçimde sağ gözünün üzerine düşen o çocukla mı karşılacağımı düşünmüştüm? Elbette değil. Ama yine de…”

Beyrut’tan ne istediğini bilmiyor Messud; neyi aradığını bilmediği için neyi bulamadığından da emin değil. Sonra bir gün Bekaa Vadisi’ne, eski Roma şehri Baalbek’i görmeye gidiyor. Orada, nâm-ı diğer Güneş Şehri’ndeki muhteşem Venüs Tapınağı’nın kalıntılarını çok az kişinin gezmesine şaşırıyor önce, sonra Hizbullah’ın denetimindeki topraklarda olduğu geliyor aklına, Beyrut’un bilerek yıkık bırakılmış birkaç bina dışında ustalıkla gizlediği savaşın aslında sürdüğünü hatırlıyor. Baalbek girişindeki Nasrallah posterlerini görüyor o zaman; elinde roketatar tutan Hizbullah lideri Kudüs’ün, Tel Aviv’in, Hayfa’nın üzerine çarpı çizilmiş fotoğraflarına bakıyor.

“Aynı anda kitsch ve dehşet etkisi yapıyordu. Ve sonra, kaçınılmaz bir tuhaflıkla, bunun da işte hayat olduğunun farkına varıyordunuz, hayat, ne eksik ne fazla. Nasrallah’ın bu duvar resmi, müşterilerini bekleyen turist rehberi ya da sokakta zahterli pide satan kırık dişli kadının gözünde, Massachusetts otoyolunda McDonald’s reklamı yapan panoların benim için olduğundan daha tuhaf değildi.”

Claire Messud, Baalbek dönüşünde, kendisi ve kardeşi küçücükken, annesinin itirazlarına aldırmayan babasının bütün aileyi sürüklediği Afrika, Asya, Latin Amerika gezilerini düşünüyor ve belki de hayatında ilk kez, o gezilerde, babasının kendi uzak çocukluğundaki bir duyguyu yeniden yaratma gayretini görüyor: “Başkalarının dehşetinin tam ortasındayken, bundan büyük ölçüde bîhaber ve korunaklı olmanın verdiği o tuhaf mutluluk duygusu. Şu, yanlış bir soru değil şüphesiz: Bir yerin sessiz sıradanlığı, o yerin için için kaynayan kötülüğünden daha az mı gerçek? Hayat, çok tuhaf biçimde, her zaman sıradanlıkları sayesinde daha hakiki bir hal almıyor mu?”

Babasının ölmek üzere olduğu ve büyük kızını yanında istediği haber verilince, kafasında bu sorularla Beyrut’tan ayrılıyor Messud. Son gün, kaldığı öğrenci yurdunun balkonundan bakarken, Avrupai görünümlü bir kadının yanında birörnek giysiler içindeki iki küçük kız çocuğuyla geçip gitmesini seyrettikten sonra, kocasına telefon edip, “Kardeşimle kendimi gördüm bugün; babamın çocukluğunu değil, kendiminkini” diyor.

Ama hayır, Beyrut’ta aradığı cevap bu değil; kısa bir süre sonra, Eşrefiye Sokağı’nın fotoğraflarına belki de kafasındaki resmi bozmamak için hiç bakmayan babası, binbir zorlukla yatağından kalkıp pencerenin kenarına gitmeye çalışırken, “Babacığım, madem o kadar acıyor, kalkma” dediğinde alıyor o cevabı. Dışardaki boşluğa bakıp, “Bütün bunları kaçırmak istemiyorum” diyor hasta adam. Messud’a göre, o kısacık cümle, babası ve babasının hayatı hakkındaki her şeyi barındırıyor içinde.

[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar