- 21.07.2012 00:00
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
***
Sen ve ben sürekli bakıyoruz ve bazen görüyoruz. Sen ve ben, aynı şeylere baksak bile farklı şeyleri görüyoruz.
Resim sanatının bütün sırrı bu iki cümleye sığdırılabilirmiş gibi geliyor bana bir an. Sonra, neyi gördüğümüz kadar nasıl gördüğümüzü de merak eden bir cümlenin eksikliğini hissediyorum; hissediyorum ve ekliyorum: Neyi gördüğüm kadar nasıl gördüğüm de ayırıyor beni senden.
Nasıl gördüğümü, içinde durduğummekân kadar ait olduğum zaman da belirliyor; ışık kadar, mesafe kadar, açı kadar hatıralarımla görüyorum ben ve, tabii, hayallerimle; bildiklerim, sezdiklerim, hissettiklerimle görüyorum. Bütün bunlarla birlikte ben de değişiyorum ve değiştiğim için, baktıklarım değişmese bile, gördüklerim hep değişiyor benim. Resim sanatı da bu çoğulluktan doğmadı mı zaten; senle benim farkımız sayesinde değil sadece, benle benim farkımız sayesinde de yaşamıyor mu? Peki, ya edebiyat?
Senle ben aynı uçurumun tepesinde dikilip aynı yardan aşağı bakarken bile, farklı birer hayat tasavvuru ile farklı birer ölüm tahayyülü gezinebildikçe zihnimizde; ve her sabah aynı pencereden sızan ışıkla aynı denizin rahmetine gözlerimi açarken ben, her seferinde sadece o güne, o âna ait bir denize uyanabildiğim sürece, bir ressamın ya da bir romancının, bir kadını –herhangi bir kadını– ya da bir ağacı, bir taşı, bir boşluğu, bir şehri, bir savaşı, bir aşkı, bir cenazeyi, bir hasadı, bir şafak vaktini ve bir günbatımını, bunca seferden sonra, bunca resimden ve bunca romandan, bunca fotoğraftan, bunca filmden, bunca dijital imaj ve elektronik mesajdan sonra hâlâ yeni, hâlâ anlamaya değer ve anlatılabilir bulmasından, kendini o kadını, o ağacı, o şehri yazmaya, çizmeye, boyamaya hevesli, hatta hevesli bile değil sadece, basbayağı buna mecbur, handiyse mahkûm saymasından daha doğal ne olabilir?
Van Gogh’un bir iPhone’u olsaydı…
Hep parmak uçlarımla dokunabilecekmişim gibi güvenli bir mesafede tutup, yanına hiç varmadığım, zihnime nakşedip kendimin kılmadığım,görmek için bakmayı ertelediğim resimlerin ressamı olarak tanıyordum onu. Hep bir yol vardı sanki onun resimlerine uzanan; başında beklediğim bir yol, o yoldan yürüme zamanının belki bir gün geleceğinin sakin bilgisi vardı.
O gün geldi. İngiliz sanat eleştirmeni Martin Gayford’un A Bigger Message: Conversations with David Hockney (Daha Büyük Bir Mesaj: David Hockney ile Konuşmalar) adlı kitabıyla yürüyorum şimdi; bakarak, ve neleri hâlâ görmediğimi bilmesem bile, daha önce görmediklerimi şimdi görerek Hockney’ye doğru ilerliyorum.
1937 Bradford doğumlu ve hem formel sanat eğitimi hem de ruh itibarıyla “safkan İngiliz” olmasına rağmen, yetişkin hayatının önemli bir bölümünü geçirdiği Kaliforniya’da, kâh Los Angeles’ın milyonlarca dolarlık evlerinin camkırığı yüzme havuzlarını, kâh Nevada’daki Büyük Kanyon’un iki milyar yaşındaki kızıl kuytularını devâsâ tuvallere aktardığı için, sanırım benim gibi birçok kişinin hayalinde hep “Amerikalı” bir sûreti de olan, tabii vaktiyle, Kraliçe II. Elizabeth’in portresini yapmayı ve onun elinden şövalyelik unvanı alıp, majestelerinin Sir’ü olmayı reddetmesiyle de hatırladığımız Hockney’nin, büyük kısmını İngiltere’nin kuzeydoğusundaki balıkçı kasabası Bridlington’da, haliyle de Yorkshire’ın bakir yeşiliyle kucak kucağa geçirdiği son on yılın hikâyesi var bu kitapta.
İngiliz sanat eleştirmeni, daha önce Van Gogh, Gauguin, Constable ve Lucien Freud’u anlattığı kitaplarıyla ünlenen Gayford, bu on yıl boyunca Hockney ile konuşmuş. Ama bir söyleşi dizisinden oluşmuyor kitap; denizine bir türlü kavuşamayan nehirler misali kendi kendine kavislenip duran bir konuşma okumuyorsunuz. On yıla yayılan bir sohbeti süzen Gayford, sonunda Hockney’nin resmi kadar, onun hayata bakışını da ortaya koyan bir anlatı sunuyor okura; söyleşiden ziyade bir röportaj kitabı bu; Hockney’nin sözleri ve kitabın sayfalarında yer bulan yüz elliden fazla tablosu, Gayford’un gözlem ve aktarımlarıyla tamamına eren bir hikâye oluşturuyor.
Kitaba, 2009 yazında cep telefonuna gelen bir mesajla başlıyor Gayford: “Öğledensonra sana bugünkü şafağı göndereceğim. Saçma bir cümle oldu biliyorum; ama ne demek istediğimi anlıyorsun.” Aynı günün ikindisinde, pembeli, sarılı, biraz fuşya ve bolca kayısı rengi bulutla kaplı sabah göğünün altında, laciverdini geceden kalma bir makyajın izleri gibi hâlâ yüzünde taşıyan Yorkshire sahiline vuran gümüşî Kuzey Denizi’ne kavuşuyor Gayford. Hockney’nin yeniyetme bir delikanlının hevesiyle sevdiği iPhone’unda yaptığı ilk resimlerden biri bu.
Kitapta, kimi –elli ayrı tuvalden müteşekkil, 480 santim uzunluğunda ve 180 santim yüksekliğindekiBigger Trees Near Warter gibi– hakikaten hükümran paneller oluşturan nice büyük resmiyle birlikte, bu küçücük iPhone ve iPad çizimlerine de bakıyorsunuz Hockney’nin. Bir yandan çıplak göze, çıplak ele ve çıplak yüreğe, fotoğrafın bizi yavaş yavaş körleştirdiğini savunacak kadar çok güvenen Hockney, bir yandan da tıpkı vaktiyle fotoğrafı kullandığı gibi, şimdi iPhone’u ve iPad’i de sadece“deneysel” niyetlerle değil, resmin mahremiyetini ve çıplaklığını vurgulamaya yardımcı birer araç olarak da sahipleniyor.
“iPad’in müthiş tarafı bir eskiz defteri gibi olması” diyor Hockney, “her şey her zaman yanında, bütün boyaların hep kullanıma hazır.” Başka bir yerde, Van Gogh’un kardeşi Theo’ya yazdığı mektupların kenarını, o sırada yaptığı yağlıboya resimlerin eskizleriyle bezediğini hatırlatıp, “şimdi olsa bu işi iPhone’unda yapardı” hükmünü veriyor. iPad’de yaptığı bir resmi tek dokunuşla geri alıp, çizme eyleminin her bir aşamasını yeniden izleyebilmekten de çok memnun: “Bu sayede ilk kez çizerken ne yaptığımı gördüm.” Henri-Georges Cluzot’nun 1956’da çektiği Le Mystere Picasso(Picasso’nun Esrarı) filmini hatırlıyor sonra. O filmde, cam üzerine resim yapar Picasso ve daha kurumadan yaptığını pamukla silip bir yenisini yapar. “Önemli olan çizimin bitmiş hali değildi,”diye açıklıyor Hockney bunu, “o esnada ne olduğuydu önemli olan. Bütün marifeti, her seferinde yaptığı şeyi inanılmaz şekilde değiştirebilmesiydi. iPad’le işte tam da bunu yapabiliyorsun.”
Ağaçlar birbirine benzemez...
Hockney’nin tutkusu vesilesiyle, ilk günahın ısırılmış meyvesinin yeterince reklamını yaptım; artık elmayı bırakıp ağaçlara bakabiliriz.
Sahi, tanıdığınız bir ağaç var mı sizin? Tanıdığınız, bildiğiniz, gördüğünüz tek bir ağaç var mı?
Ne zaman “ağaçlar” deyip geçsek, bir çocukluk masalı gülümsetir beni; annem mi anlatmıştı, yoksa ben mi uydurdum emin değilim ama kendini hâlâ tarçınlı bir kokuyla hatırlatan toy bir masal bu. Masaldaki ağaçlar kendi aralarında konuşurken, “insanlar” deyip geçiyorlar cümlemiz için; isimlerimizi, huylarımızı, renk, şekil ve ebadımızı ihmal ederek, her biri birbirine benzeyen canlılardan oluşan bir yığın, hareket halindeki bir “et ormanı” gibi görüyorlar bizi. Derken bir ağaç, insanların türlerini, adlarını, ne zaman ne yaptıklarını tek tek öğreneceğim diye hırslanıp, çalışmaya başlıyor. Bütün gün insanlara bakıp, gördüklerini yapraklarına yazıyor: “uzun saçlılar, yuvarlaklar, sarılar, sessizler, hep kendi bahçesinde dolaşanlar, kabuklular, budaklılar, rüzgâra kapılanlar, rüzgârı kesenler, yalnızlar…” Yaprakları notlarla doldukça, büsbütün kafası karışıyor ağacın. Sonra bir gün tek bir insana takılıyor gözü, sabahları gelip sırtını gövdesine yaslayarak oturan bir kadın bu; dallarını eğip kadına bakmaya başlıyor ağaç; bakıyor, bakıyor, bakıyor ve nihayet gerçekten gördüğünde, diğer insanların hiçbirine benzemediğini anlıyor onun.
Son dönemin Hockney’si, bir telefon ekranına sığan anların ressamı değil sadece; yıllardır yaptığı gibi tabiatın ortasında durup, mevsimleri boyamayı da tutkuyla seviyor; Gayford’la konuşmalarından anlıyorsunuz ki, o belki her şeyden çok ağaçların ressamı olmayı seviyor.
“Ağaçlar” diyor, “hayat kuvvetinin görünen en büyük tezahürüdür. Bizler gibi, iki ağaç da asla birbirine benzemez. Hepimizin içi biraz farklıdır diğerinden ve hepimiz birbirimizden biraz farklı görünürüz. İnsan, bunu daha çok kışın fark eder.”
Bu son cümleyi ağaçlar için mi, insanlar için mi söylediğini anlayamıyorsunuz Hockney’nin. Hem bu neyi değiştirir… Mevsimlerin, tabiatın ruhuna ayna tuttuğuna inanıyor Hockney ve kendisinden önce belki sadece John Constable’ın (1776-1837) yaptığı gibi, aynı ağaçları tekrar tekrar, döne döne, inatla, her mevsim resmediyor. Onun resimlerine bakarken Woldgate Ormanları’nın mevsimlerle değişen çehresi yerleşiyor zihninize; “Ancak kış halini gördüğünüzde, yazınki zenginliğini kavrayabilirsiniz” diyor bu orman için. Ve tek tek ağaçlara bakıyor, bakıyor, bakıyor. 2008’de dokuz panele yayılan bir yağlıboya tabloda ölümsüzleştirdiği The Big Hawthorne (Büyük Akdiken) gibi ağaçları da, onu artık hiçbir kardeşine benzetmeyecek kadar iyi tanıyor. Hockney’nin akdikenine bakarken, hayatınıza girmiş zeytinleri, mandalinaları, kirazları, söğütleri, kavakları, köknarları, çınarları düşünüyorsunuz ister istemez. Aralarından birini, belki ikisini, gerçekten tanıdığınız inancı sizi avutsa bile, bakıp da görmediğiniz her ağacın incecik hüznü kaplıyor içinizi.
A Bigger Message’ı okurken, “atalarımın imanını yitirdim ama tabiatın sonsuzluğunda yeni bir iman buldum ben” diyen Van Gogh’un nasıl bir “ayin” duygusuyla resim yaptığını daha iyi anlıyor insan; Van Gogh’dan üç asır önce mevsimlere kapılan “Baba” Brueghel’in, Poussin’in ve, tabii, Vivaldi’nin, Haydn’ın, Stravinsky’nin hep aynı ayinde buluştuklarını düşünüyor.
Kameranın geometrisi ve ruhumuz
Hockney, bir dönem, fotoğrafı resminin temeli yapmış olmasına rağmen, “fotoğraf” deyince iki adım geri çekiliyor bugün. “Bence dünyaya bakışımızda bir sorun var” diyor; “fotoğrafçılığın ve kameranın bizi çok derinden etkilediğini düşünüyorum. Ama fotoğrafın bize zarar verdiğini de düşünüyorum.”
Bunun nasıl olduğunu soruyor Gayford; “Kamera, hepimizin ziyadesiyle sıkıcı ve benzer şekilde görmemize yol açtı” diye yanıtlıyor Hockney: “Sanat olma iddiası taşımayan muazzam sayıda imajın üretildiği bir çağda yaşıyoruz. Çok daha kuşku verici bir şey oldukları iddiasında bu imajlar; gerçeklik oldukları iddiasındalar… Fotoğrafı, nihai gerçeklik sanıyoruz, oysa değil, çünkü kamera geometrik olarak görüyor. Biz öyle görmüyoruz. Kısmen geometrik kısmen psikolojik olarak görüyoruz biz. Şurada asılı duran resmine baktığım anda Brahms, kapıdan daha büyük hale geliyor. Dünyayı geometrik bir şekilde ölçmek o kadar da doğru değil velhâsıl.”
Gayford, görme engellilerin yaptıkları vücut modellerinde, ellerin ve yüzlerin normaldekinden çok daha büyük olduğunu hatırlatarak söze giriyor: “Onlar için önemli olan şey, daha görünür bir hal alıyor.”
Kameranın algısının tuvale yansımasını anlamsız bulan Hockney, natüralist döneminde yaptığı resimlerde perspektifle oynayarak, tıpatıp yansıtma iddiasından uzak duruyordu. Şimdi ise, ister iPhone ve İPad üzerinde sabitlediği iç mekânları, ister sizi ormanın ortasına taşıyan pastoral panelleri olsun her resminde soyuta karşı figürün —ve bence aslında hikâyenin—yanında duruyor.
“Soyut sanatı küçümseyenler arasında karşılaştığım ilk akıllı ressam Francis Bacon’dı. Soyutlamanın önemli bir kısmının ‘mendil sanatı’ –C’est l’art du mouchoir—olduğunu söyleyen Giacometti’ye atıf yapardı.”
“Mendil sanatı”; yani Hockney’nin “onun resmi bile çıkmaz sokaktır” diyerek ayrı bir yere koyduğu Jackson Pollock’ınki gibi, damlalarla, lekelerle, sıçrayan ve bulaşan boyalarla yapılan bir sanat. Ama dedim ya, soyut sanata karşı cüretle tavır alırken, Hockney’nin aklındakinin figürden ziyade hikâye —senle benim aynı şeyleri farklı görerek çoğullaştırdığımız hikâyemiz— olduğunu düşünüyorum ben. Belki bu yüzden A Bigger Message, resimden alıp edebiyata taşıdı zihnimi. Hockney, yazarlardan, kitaplardan pek bahsetmiyor ama ben onun sesini Hollanda kökenli Amerikalı ressam Willem de Kooning’e (1904-1997) katarak, resmin sonsuzluğunu savunduğu şu sözlerde, bir ağacın ya da bir romancının bir kadına –herhangi bir kadına— bakıp onu anlamak ve anlatmak isteyişindeki heyecanı işittim, bu heyecana ne çok ihtiyacımız olduğunu hatırladım: “Büyük nüfuz sahibi Amerikan sanat eleştirmeni Clement Greenberg, ‘Bugün artık bir yüzün resmini yapmak imkânsız’ demişti. Ama De Kooning’in buna cevabı hep daha akıllıca gelmiştir bana: ‘Bu doğru ve yapmamak da imkânsız."
Yorum Yap