Sahte bir sakal, sahici bir ses, kutsal yatsı

  • 18.08.2012 00:00

 

Sahte bir sakal, sahici bir ses, kutsal yatsı

* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYORadlı köşede yayımlanmıştır.

***

Balıksırtı bir ses. İki ters bir düz. Kırçıllı. Sadece kendine benzeyen o sesi dinliyordum yine. Artık çok tanıdık ve hâlâ çok yabancı olan o sesi. Her zamanki gibi, her kelimede takıldı takılacak diye korkarak. Yutkunmasını, yumuşamasını, nemli bir nefesle gevşemesini dileyerek.

Ama o sesin bariz pürüzlerini, ustalıkla gizlediği çatlaklarını, hiç söndüremeyeceği bir yangının hiç olmazsa yayılmasını önlemek istercesine azami bir temkinle açılıp kapandığını da hissetmek istiyordum şimdi. Korkanların marifetiydi cesaret; korkmadığında değil, korkusunu dizginlediğinde cesurdu insan. Beni en tepeye tırmandıran hazlar gibi en kuytu acılarımın da, en yoğun anlarında bir kasılmayla kendini hissettirdiğini, acının ve hazzın o anlarda bütün bedenimle birlikte zihnimi de dondurarak zirveye eriştiğini; adeta cisimleşmek, gövdeme yerleşmek, bende kalıcılaşmak istercesine bir an kasılıp katılaştığını, çatlayıp kırılabilmek için önce buzullaştığını; hazzın ve acının, ancak ölüme çok benzeyen o büyük kasılmanın ardından kendi içindeki incecik çatlakları bulup genişleterek, o çatlaklarla birlikte kırılarak, yeni bir hayatı şelalelendirircesine içimden boşaldığını artık öğrendiğimden belki, o konuşurken, yılların tecrübesiyle her cümlenin kendi kaygan kadansı içinde eritmeyi başardığı kasılmaları tek tek işitmek istiyordum. Korkusunu dizginleyen bir sesti bu. Hançeresinin her kasılması ölüme benziyordu.


Radyo programında keşfettiğim kitap

Diane Rehm’i dinliyordum. Mersinli Süryanilerin 1936 doğumlu şen çocuğu, kırk yıl önce hanım hanımcık bir Arap kadını olarak kapısını çaldığı Amerikan radyosunun bu eşsiz sesi, 1998’den beri bir hastalığın da sesi aynı zamanda; hastalıkla değişmenin, değişerek yaşamanın, sessizliğe direnmenin de sesi.

Spasmodic dysphonia… Adı üstünde kasılmalarla kendini gösteren nörolojik bir “ses” hastalığı. Gırtlağındaki kasların gayrıiradi spazmı Rehm’in konuşmasını güçleştiriyor; ağzında şekillendirdiği her kelimenin, her hecenin, her harfin her an ses tellerine takılıp tökezleyebileceğini biliyor konuşurken; kâh kasılıp kâh gevşeyen başına buyruk gırtlağı derin bir sessizlik uçurumunun kıyısında tutuyor onu. Ve Rehm konuşuyor. Hastalığının teşhis edilmesinden bu yana düzenli botoks iğneleriyle, her iğnede hançeresini bir parça daha felç ettiklerini bilerek, kendi hasta sesini işittiğinde hep biraz şaşırarak, bu sesi yıllar sonra hâlâ garipseyerek, sevmeyerek hatta, ama büsbütün yitmediğine de şükrederek, uçuruma baka baka konuşuyor. İnatla. Soruyor, konuşturuyor.

Kitaba Diane Rehm çağırdı beni. NPR ’daki programını dinliyordum internetten; soruyordu: “Dürüst davranmakla yalan söylemek arasında durdunuz mu hiç? Her iki seçeneği ayrı ayrı değerlendirmek zorunda kaldınız mı?” Herkesi kendi cevabına davet eden soruya, Rehm’in kim olduğunu o anda bilmediğim konuğu, kendine güvenli bir erkek sesiyle karşılık verdi: “Evet, çok kötü yanmıştım bir keresinde...” Ve anlatmaya başladı.

1968 New York doğumlu, çocukluğunu ve gençliğini Tel Aviv’de geçirmiş, halen ABD’deki Duke Üniversitesi’nde psikoloji ve davranışsal iktisat profesörü olarak çalışan İsrail ve Amerikan vatandaşı Dan Ariely’nin hayatını değiştiren o derin yanığın hikâyesini böyle öğrendim. Ariely’nin —ustası Daniel Kahneman ile birlikte—adına “rasyonalite” denen o sert kayanın içini bir güzel oyup, ekonomideki rasyonal beklentiler teorisini ısrarlı fiskelerle çökerttiğini; ekseriya “akıldışı” sayılana bence fazlasıyla hak edilmiş bir “methiye” düzerek teorinin robotlaştırdığı bîçare beşeri yeniden “insan” kıldığını biliyordum oysa. Ariely’nin, Türkçesini Optimist’in yayımladığı Predictably Irrational (Akıldışı ama Öngörülebilir) ve The Upside of Irrationality (Akıldışının Mantığı) kitapları, bir yandan mantıksız davranışın erdemini hatırlatırken, bir yandan da küçük yalanların güvenli sığınağını yıkan bir etki yapmıştı bende. Bu etkiyi sevip sevmediğime karar verememiştim.

Ariely’nin Rehm’e anlattığı yeni kitabını da bu kararsızlık içinde aldım. Baştan çıkarıcı bir adı var kitabın: The (Honest) Truth About Dishonesty: How We Lie to Everyone—Especially to Ourselves (Dürüst Olmamakla İlgili (Dürüst) Gerçekler: Herkese, özellikle de kendimize nasıl yalan söylüyoruz). Kendi yalanlarına bütün kalpleriyle inanan “dürüst” kardeşlerimizi anlatıyor Ariely; bizi anlatıyor.


Yalanlarla aramızdaki kritik mesafe

Zarafeti belki biraz da benden uzaklığında olan o yüksek mavi kubbenin altında —hem de hiç ummadığım şekilde bir erkekle yan yana— diz çöküp otururken, dindar kalabalığın caminin içine yayılan ortak nefesinden dinsiz bir dua süzmeyi denedim o gece. Sanırım, birkaç saat önce Rehm’i dinlemiş olmamın da etkisiyle, o sırada kalbimden geçen herkes için sahici bir ses diledim. Derken, Ariely’nin kitabı geldi; Kadir Gecesi’nin kadri diyelim.

Groucho Marx’ın tavsiyesiyle başlıyor kitap: “Bir adamın dürüst olup olmadığını anlamanın tek yolu vardır. Ona (‘Dürüst müsün’ diye) sorun. ‘Evet’ derse, sahtekârın tekidir.”

Bu “emniyetli” girizgâhın ardından, nasıl ve neden yalan söylediğimizi sorgulamaya girişmiş Ariely; birkaç temel sorunun muhtelif cevaplarını hesaba katıyor bunu yaparken: Herhangi bir anda dürüst olmak ya da yalan söylemek basit bir maliyet-fayda analizine mi dayanıyor? Yoksa “rasyonel”hesapları bir yana bırakıp, çok daha duygusal bir “akıl”la mı hareket ediyoruz; yalan söylerken, bir yandan da içinde kendimizi hâlâ dürüst hissedebileceğimiz küçük oyunlar mı oynuyoruz aslında? Bu duygusal oyunlardaki mündemiç mantık nedir?

Cevapların evrenine yolculuk, çeşitli anekdotlar ve hayata aynı anda birkaç yerinden dokunan deneylerle ilerliyor; ancak öğrencinin dikkatini kendinde tutmayı bilen bir üniversite hocasının sizi çıkarabileceği türden eğlenceli bir gezinti... Ariely’nin diğer kitaplarını okuyanlar ise, gayet kesin bir hükmün muzip bir tekerleme kisvesinde daha ilk sayfalarda yollarını kesmesine şaşırmayacaklardır:“Dürüst olmayan davranışlarımızı yönettiklerini düşündüğümüz rasyonel kuvvetler vardır ve onlar aslında bunu yapmazlar. Ve dürüst olmayan davranışlarımızı yönetmediklerini düşündüğümüz irrasyonel kuvvetler vardır ki, aslında tam da budur yaptıkları.”

Ama ben teşhisten ziyade, tetkikten söz etmek istiyorum biraz. Ariely’yi, içinden Rubik küpü misali trilyonlarca permütasyon çıkabilen bu tür hükümlere vardıran deneyleri anlatmak istiyorum.Hayatta cesaret ettiğimiz her itiraf gibi, cüret ettiğimiz her yalanın da kendi içinde bir paradoks olduğunu hatırlatan deneyler bunlar.

Çok basit bir soru size: Çalıştığınız yerde, başkasına ait bir masanın üzerinde gördüğünüz bir tükenmez kaleme mi daha rahat uzanır eliniz, yoksa o tükenmez kalemi alabileceğiniz miktarda paraya mı? Sıradan bir kalemi mi çalmak daha kolay, azcık parayı mı?

Bir başka soru: Diyelim ki golf –ya da hadi “minigolf” olsun— oynuyorsunuz ve topunuzun durduğu yer pek de memnun etmiyor sizi. Onu şöyle birkaç santim sağa kaydırsanız çok iyi olacak… Eğilip elinizle iter misiniz topu? Peki ya ayakkabınızın kenarıyla? Ya golf sopasının ucuyla belli belirsiz dokunarak? Hangi hile daha kolay?

Cevabınızı belirleyen şeyi, “en az dürüst olduğumuz anlarda bile, yalanla aramızdaki kritik mesafeyi koruma içgüdüsü” olarak tarif etmek mümkün. Ariely’nin yaptığı bir dizi deney, “mesafenin önemini” anlamamızı kolaylaştırıyor.


Gelin biraz matris çözelim…

Bir sınıf dolusu denekten, bir kâğıttaki yirmi matrise bakarak, her matriste toplamı on olan iki rakamı işaretlemeleri isteniyor. Kafanız karışmasın; işlem çok basit: Bir matriste, mesela, 3.45, 7.24, 1.93, 5.19, 8.52, 2.76…diye sıralanan toplam on iki rakam var. Siz onlara bakacak, toplamı 10.0 olan 7.24 ile 2.76’yı bulup işaretledikten sonra bir sonraki matrise geçeceksiniz. Üç dakika içinde çözebildiğiniz her matris için ikişer dolar verecekler size.

Sayıları toplayabilen herkes, bu matrisleri er geç çözeceğine göre yarıştığınız şey zaman. İlk deneyde, üç dakikanın bitiminde, herkes önündeki kâğıdı araştırma görevlisine kontrol ettirip parasını alıyor. Ve defalarca tekrarlanan seanslar gösteriyor ki, denekler ortalama dört matris çözebilmiş.

İkinci deneyde, deneklerden yine aynı şey isteniyor; tek farkla: üç dakikanın sonunda kâğıtlarını götürüp bir kâğıt öğütücüsüne atıyor ve makineyi çalıştırıyorlar. Sonra, görevliye kaç matris çözdüklerini söylüyor, kendi ifadelerine göre “hak ettikleri” parayı alıyorlar. Bu deney de defalarca tekrarlanıyor ve birinci deneyle aynı sürede, aynı eğitim düzeyindeki insanların çözdüğü ortalama matris sayısının altı olduğu görülüyor. Yani kâğıt öğütücüsü, ortalama işlem hızını arttırıyor! Ya da birileri birkaç ekstra dolar uğruna yalan söylüyor.

Bir sonraki deneyin küçük bir hilesi var. Kimse bilmiyor ama bu kez öğütücü, kâğıtların sadece kenarını kesmeye ayarlı. Seanslar aynı şekilde yapılıyor; ortalama yine altı matris çözülüyor ve sonra kâğıt öğütücü açılıyor…

Makinedeki kırpılmamış kâğıtların sırrını vermeden önce, Ariely’nin dürüstlükle ilgili muhtelif önermeleri test etmek için bu deneyin sayısız çeşidini uyguladığını; mesela kâğıdın sadece yarısını öğütücüye atıp, diğer yarısını görevliye teslim etmek ya da parayı doğrudan görevliden almak yerine, sınıfın dışındaki içi para dolu bir kavanoza uzanıp kimse görmezken almak gibi alternatifleri ayrı ayrı denediğini not etmeliyim. Sonuçta, deneylere katılan, diyelim ki, otuz bin kişiden sadece on iki tanesi, çözdüğü matris sayısını ziyadesiyle abartarak, hak ettiklerinden adam başı on dolardan fazla para alıyorlar. “Bu on iki ‘büyük yalancı’ beni toplam 150 dolar dolandırdı” diyor Ariely, Rehm’le konuşmasında... “Küçük yalancılar,” yani çözdükleri matris sayısını gerçektekinden hepi topu iki adet fazla gösterenler ise 18 bin kişiyi, yani toplamın beşte üçünü buluyor. Bu gruba hak ettiklerinden tam 36 bin dolar daha fazla ödemek zorunda kalıyor Ariely. Bir avuç “büyük yalancının” bünyeye zararı, toplumun çoğunluğunu oluşturan “küçük yalancıların” neden olduğu kaybın yanında devede kulak kalıyor.


Aynaya bakarken iyi hissetmek istiyoruz

Niye kaç matris çözdüğümüzü dürüstçe söylemiyoruz? Peki ya imkânımız varken, niye küçük yalanlarla yetiniyoruz? Ariely, bir şirketin çalışanlarının önüne çıkan fırsatlardan arkadaşlarla oynanan bir kâğıt oyununa, vergiye esas oluşturacak gelir-gider beyannamelerini hazırlamaktan insanın sevgilisine neyi ne kadar söylediğine varıncaya dek birçok tercihte, birbirine zıt iki motivasyonla hareket ettiğimiz görüşünde: “Bir yandan, kendimizi dürüst, şerefli bir insanlar olarak görmek istiyoruz. Aynada kendimize bakabilmek ve kendimizi iyi hissetmek istiyoruz… Diğer yandan, hileden ve yalandan yararlanmak, mümkün olan azami faydayı sağlamak istiyoruz.” İkinci motivasyonun sınırlarını birincisi çiziyor. Çoğumuz, aynaya baktığımızda hâlâ “dürüst” bir insan görmemizi önlemeyecek küçüklükte, yani kendi kendimizi kandırmaya yetecek büyüklükte yalanlar söylüyoruz. Ve dürüst olmayan davranışın kendisi ile aramızdaki mesafe ne kadar uzunsa, o kadar kolaylaşıyor iş. Ariely ile arkadaşları, bir üniversite yurdunda bir buzdolabına banknotlar halinde para ve kutu kutu meşrubat bırakıyorlar. Meşrubat, paradan çok daha hızlı tükeniyor. Birkaç kutu kola çalmak, birkaç kutu kolanın parasını çalmaktan daha“dürüst” geliyor öğrencilere. Ofiste arkadaşımızın masasından aldığımız kalem içimize oturmuyor belki ama o masadaki on liraya dokunamıyoruz. Parayla fiziksel temas, “hırsızlık”la aradaki mesafeyi eriten bir şey zira, paranın karşılığı bir kalem olunca, mesafe büyüyor, elimiz rahatlıyor.

Nitekim, matris deneyinde çözdüklerini söyledikleri matris karşılığında öğrencilere para yerine sınıftan çıktıktan sonra paraya çevirebilecekleri jetonlar verildiğinde, yalanları da büyüyor. Üç jeton altı dolar etse bile, üç jetonluk yalan, altı dolarlık yalandan çok daha “küçük” ve “söylenebilir” görünüyor.

Ve evet, o golf topunu elimizle asla taşımıyoruz; ayağımızla usulca itme düşüncesi bile soğuk soğuk terletiyor bizi ama golf sopasının ucuyla şöyle bir dokunduğumuzda.. pıt… işte top beş santim sağda ve biz hâlâ “dürüstüz.” Hileyle aramıza “kosskocaa” bir sopa girmiş oluyor çünkü. Yalanla aramıza, koskoca bir internet girdiğinde, “dürüst” olmayan davranışımızın muhatapları uçsuz bucaksız sanal âleme dağıldığında velhâsıl, yapabileceklerimizi varın siz düşünün!


Kendimize söyleyip inandığımız yalanlar

The (Honest) Truth About Dishonesty, davranışsal deneyler kadar, Ariely’nin sinemadan, edebiyattan ve kendi hayatından aktardığı bir kısmı çok çarpıcı sahne ve diyaloglarla da dolu. Ariely, İsrail’de yaşarken bir askerî işaret fişeği yanıbaşında patlıyor ve vücudunun yüzde yetmişi magnezyum alevinde yanıyor. O esnada, doktorların yanığın vücudunda yaptığı tahribata ilişkin “yalanlarının”kendisine iyimserlik aşıladığını ve bunun iyileşmesine çok yardımcı olduğunu hatırlıyor Ariely. Ama Rehm’in sorusu üzerine anlattığı esas karar ânı, hastaneden çıktıktan birkaç yıl sonra geliyor. Yaptığı ameliyatla kendisini kurtarmış olan başarılı cerrah, yüzünün, yanıklar nedeniyle sakal çıkmayan yaralı yarısına dövmeyle mavi-siyah noktalar –ebedî bir pis sakal– kondurmak istiyor. Ariely, sahte bir“sakal”la kendini kandırmamayı tercih etmekte epey zorlansa da, sonuçta “İstemem” diyor. Dövme yaptırmaktan vazgeçtiğinde, onun fiziksel görünüşünü aşağılayacak kadar hoyratlaşan cerrahın aslında yazdığı akademik makaleyi güçlendirecek yeni bir vak’a peşinde olduğunu öğrenmesi ise uzun sürmüyor.

İçiniz burkuluyor okurken. Küçük yalanların büyük zararını düşünüyorsunuz; size anlatılan ya da anlattığınız nice hikâyenin hakikatini sorguluyorsunuz. Kitap, bir bütün olarak, hayatın hikâyelerden ibaret olduğunu hatırlatıyor zira. Kendimizle ilgili bir hikâyemiz var, çevremizdekilerin bizi beğenmesini sağlayacak, sevdiklerimizin incinmesini önleyecek rötuşlarla beziyoruz onu. Bunlar ekseriya “küçük yalanlar.” Sonra o yalanlara kendimiz de inanıyoruz. Botoksla şişirttiğimiz elma yanaklarımız kadar genç sanıyoruz bazen kendimizi; uzaktaki sevgiliye duyduğumuz özlemi, koynumuzdaki candan gizleyebildiğimiz müddetçe, sadık ve mutlu olduğumuza inanıyoruz. Ama bazen de bir ses, bir imge hakikatin ısrarını hissettiriyor. Ariely’nin, yüzündeki mavi-siyah noktaları günün birinde gerçekten de sakalı sanmaktan korkması bunun için çok değerli geliyor bana. Rehm’in ağzından kasılarak dökülen kelimelerin tuhaf tınısını bunun için çok seviyorum. Kulağa hoş gelmeyen bir ses onunki. Sahici bir ses.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Düzce Yerel Haber (www.duzceyerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yorumlar (1)

  • Nisan kara
    Nisan kara
    19.08.2012 11:25

    Cok güzel ama fazla entellektüel bir yazı acaba daha basit cümlelerle anlatılmaz miydi.dusununce içimizdeki şeytanı uyandırıyor.ylne de tesekkurler.

Resmi İlanlar